Demos: Halk

Kratos: Egemenlik, kudret

Demokrasi kelimesi ve kavramını icat eden Yunanlar dahi demokrasinin işleyiş ve etkinliği konusunda hemfikir olamamışlardır. Sokrates, öğrencisi Platon tarafından yazılan Cumhuriyet (Republic) isimli eserde toplumu bir gemiye benzeterek sorar;

''Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?''

Cevap elbette açıktır. Sokrates devam eder;

''Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?''

Platon bu sebepten demokrasinin temel prensibinin eğitim olduğunu vurgular. Nitekim eğitimsiz kitlelerin demokrasiyi oligarşiye doğru evrilteceğinden bahseder. Bunun devamında sistemin yaratacağı demagogların, rejimi otokrasiye çevireceğinden kuşkulanır.

2500 sene sonra dahi incelediğimizde, hala demokrasi hakkında kısır tartışmaların mesnetsiz kanılara vardığını görürüz. Peki nihai çözüm nedir? Ya da böyle bir mümkün müdür?

'Biz Atinalılar, politika ile ilgili kararları uygun tartışmalardan sonra alırız; en kötü olan şey, sonuçları tartışılmadan bir politikanın uygulanmasıdır.'- Thucydides

Aslında demokrasi kavramının tarumar edilmesi 20. yüzyılın başında Avrupa'da yükselmeye başlayan aşırı sağ ve beraberinde gelen faşizm ile başlamadı. Fransız devrimi sonrası egemenliğin geniş halk kitlelerine yayılmaya başlaması ve demokrasinin halka ait olduğu fikri işlenilse de, uygulanabilirlik hususunda yaşanan problemleri bugün bile görüyoruz. Anayasa ile güvence altına alınan, her bireyin oy verme hakkı katılımcı demokrasinin bel kemiğini oluşturur ancak zaman içerisinde katılım yöntemlerinin değişikliğe uğraması devletlerde gri bölge oluşturmaya yetti.

Bu gri bölgenin artması ve toplum içerisindeki bireylerin sahip oldukları haklara gerekli ehemmiyeti göstermemesi (veya yalnızca belirli koşullarda göstermesi) yönetiliş biçimindeki problemlerin temelini oluşturmaktadır.

Seçim ve demokrasi arasında varlığı sanılan korelasyon sık düşülen hatalardan biridir. Geçen yüzyılın diktatörlüklerini incelediğimizde, rejimlerin çoğunlukla ''demokratik yollarla'' iktidara geldiğini görürüz. İşin ilginç yanı, bu devletlerin zaman içerisinde evrildiği otokratik yapı birbirlerine çok benzerdir. Nitekim günümüz siyasi konjonktüründe Çin, İran vb. ülkelerde de seçimlerin ''demokratik yollarla'' yapıldığı görülmektedir. Öyleyse demokrasinin en faydalı sistem olduğu tartışmaya açık mıdır? Yoksa demokrasinin kusurları daha fazla demokrasiyle mi kapatılır?

Amerikalı meclis üyesi Fisher Ames (1758-1808), monarşiyi güzel bir bibloya benzetir, ''Denizde bir süre yüzer ancak bir süre sonra bazı beceriksiz kaptanlar yüzünden kayalara çarpar; buna karşın demokrasi şişirilmiş bir botta seyahat etmek gibidir. kolay kolay dibe batmazsın, fakat ayakların hep ıslaktır.'

Bugün bir diktatör ülkesi için en iyisini yapsa da, ülkesini seçilmiş hükümetten daha iyi yönetse de, yaptıkları meşru değildir. Çünkü halkın rızası yoktur. Dolayısıyla demokrasi, ülke için neyin faydalı olduğunu gözetmez. Neyin haklı ve meşru olduğunu gözeder. Böylelikle hata payı azalır.

''Demokrasi konusundaki eleştirilerin nedeni, devletin çoğunluğun üzerinde anlaşmış olduğu kararlara hizmet ettiği düşüncesi değildir, asıl itiraz çoğunluğun holdinglerin ve çeşitli çıkar gruplarının isteklerine hizmet etmek zorunda kalmasıdır.'' - Friedrich A. Von Hayek

Modern demokrasilerde siyaset keskin bir ajandaya sahiptir. Demokrasinin hatırlandığı tek günün seçim günü olması, demokrasinin işlemezliğinin yegane sebebidir. Devlet yetkililerinin aldıkları kararlar, toplum içerisinde yaşayan herkesi etkiler. Bu hem iyi eğitimli bir profesör hem de çoban için geçerlidir. Zira Aysun Kayacı için de... Demokrasi yalnızca seçim günleri hatırlandığında, halkın seyirci duruma düşmesi hükümet tarafından kurban edilmeleri, mağdur olmaları anlamına gelir. Peki Lenin'in sorduğu gibi; ne yapmalı?

Ba(ğ)zı demokrasilerde, iktidar erkleri çoğunlukçu değil de çoğulçuklu hareket etme eğilimi içerisindedir. Bu hükümetler, iktidarı kazandıkları noktadan itibaren geri kalan azınlığa rövanşist bir tavırla yaklaşmakta, kök söktürmeye çalışmaktadır.

Nitekim ağzı iyi laf yapan popülist demagogların varlığı, bu sistemin uzun süre devam etmesi için yeterli değildir. Çünkü demokrasi kendisinden faydalananlar arttıkça güçlenir, dışladığı insanlar çoğaldıkça zayıflar, tükenir.

Dolayısıyla, toplum içerisindeki vatandaşlar varlıklarını devam ettirebilmek adına devamlı organize olmalı, hesap sormalı ve hükümeti rapor vermeye mecbur bırakmalıdır. Halk iktidarın bir şey vermesini ummamalı, bunu talep etmeli, itiraz etmeli, karşı durmalıdır.

Çünkü bilgi edinme hakkı, demokrasinin para birimidir.

Despot ve faşist hükümetler genellikle zamanla güçlenir. Yakın geçmişteki ve çevre coğrafyalardaki rejimleri incelediğimizde spesifik benzerlikler görürüz.

Sürekli dayatılan milliyetçilik ve içi boş vatanperverlik, ortak düşman inşa edip biz, onlar ayrımı yapılması, insanın özlük haklarının hükümetin varlığı için istismar edilmesi, medyayı ve kitle iletişim araçlarının devamlı baskı altında tutulması, yaratılan fason ülke güvenliği tehdidi unsurlarının yapılan anti demokratik eylemlere kılıf sağlaması, oluşturulan sahte korku personasında toplumun hizaya getirilmeye çalışılması, insan yaşamındaki dini kutsaliyetlerin devlet varlığıyla birleştirilerek hükümet politikalarına karşı çıkılmasının dine yapılan bir hakaret gibi algılatılması, nepotizm ve yolsuzluk ayan beyan ortadayken bile çeşitli gerekçelerle hasır altı edilmesi, sanatın, aydınların ve entelektüellerin küçümsenmesi, dalga geçilecek unsurlar haline getirilmesi, emeğiyle yaşayan işçilerin hak ve arayışlarının şeytanileştirilerek örgütlü gücün, sendikaların tasfiye edilmesi, emekçi sınıfın hayatını idame ettirebilmesi için gerekli karşılık verilmezken özel sermayenin ayağına taş dahi değdirilmemesi, seçimlerde hile hurdaya karışılması…

Ancak bunların hepsi bir günde gerçekleşmez. Demokratik yollarla başa gelen iktidarlar güç geçtikte biraz daha cüretkar olmaya başlar. Peki toplumdaki bireyler hangi noktada tepki verir ya da karşı çıkmaya başlar? İşte bir milyon dolarlık soru…

Yakın dönem rejimlerini incelediğimizde, hükümetlerin uzun yıllar içerisinde yapılan yüzlerce anti demokratik eyleme rağmen yüksek oy almaya devam ettiklerini görebiliriz. Halk ve kitleler her tepkisiz kaldığında baskının dozu biraz daha artar. Ta ki yokluk, yoksulluk ve fakirlik toplumun tabanına yayılana dek. Amiyane tabirle vatandaşlar evlerine ekmek götüremeyene kadar. Bu noktada acı bir nedensellik görürüz.

Demokratik altyapının tam olarak oturmadığı ülkelerde, vatandaşların yalnızca ''ekmek'' derdine düştükleri zaman demokratik haklarını hatırlaması, Platon'un en büyük kaygılarından biriydi.

Ülkenin sokaklarında çocuklar öldürülürken ve katiller cezasız kalırken, hak, hukuk ve adalet kavramları yalnızca sloganlarla beraber anılırken, yolsuzluk herkesce bilinirken ama önemsenmezken, adam kayırma normalleşmişken, kişilik hakları günaşırı istismar edilirken,despot liderlerin zapturaptı altında susan kitleler; yalnızca eve ekmek götüremedikleri zaman demokrasinin varlığını anımsayıp tepki gösterdiklerinde iş işten çoktan geçmiş olur. Çünkü demokrasinin sağlayabileceği refah ve muvaffakiyet ancak bu koşullarda çalışan bir sitemdir.

Yalnızca eve ekmek götüremediğinde özlük haklarını hatırlayıp toplumsal kolektifliği sağlamakiçinkıpırdanmaya başlayan kitlelere açlığı müstehak görmek ne kadar doğrudur? Bu üstenci ve ''ben demiştim'' tavrı her ne kadar kolay olsa da, çözüm için yapıcı değildir.

Yakup Kadri'nin Yaban isimli romanında, Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'nun ücra bir köşesine yolu düşen aydın karakterin uğradığı şok ve bunalım aslında tam da bu minvaldedir. Köylülerin cehaleti, bencilliği, feodalliği, yoksulluğu ve eğitimsizliği karşısında yaşadığı şaşkınlığı atlattıktan sonra şu çarpıcı tespitlerde bulunur Yakup Kadri, ''Bunun nedeni,Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.' (sf.:129-130)

'Yöneticiler, iktidara saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı olan görevlerini kötüye kullandıkları takdirde, şu ya da bu biçimdeulusal iradenin kendi haklarında vereceği kararla karşılaşırlar. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler.' -Mustafa Kemal Atatürk

''Demokrasi dünyanın en narin çiçeğidir. Onu yaşatan hoşgörüdür, uzlaşıdır, diyalogtur.'' Geçmiş Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun...