Gazze’de sabahlar güneşle değil, boş midelerle doğuyor. Uyandıklarında ilk sordukları şey “Bugün ne yiyeceğiz?” değil, “Bugün hayatta kalabilecek miyiz?” oluyor. Çünkü Gazze’de artık açlık bir biyolojik durum değil; sistematik bir yok edişin en acımasız şekli. Bir halk, dünyanın gözü önünde açlığa mahkûm ediliyor. Ne ekmek var ne temiz su ne ilaç ne de sığınılacak bir yer. Üzerine yağan bombaların ardından kalan tek şey, sessiz bir çığlık: "Neredesiniz?"

İsrail’in ablukası ve saldırıları, Gazze’yi yalnızca fiziksel olarak değil, insani olarak da tüketiyor. Bir millet aç bırakılıyor, susuz bırakılıyor, ölüme terk ediliyor. Bu sadece bir savaş değil; bu, insanlığın boğazına kadar battığı bir utanç hikâyesi. Gazze’de bugün çocuklar büyümüyor, çünkü çocuklar yaşayamıyor. Her gün biraz daha zayıflayan bedenler, her geçen gün solan gözler… Artık mezarlıklar büyürken, çocuk parkları sessiz. Bir annenin sütü kuruduğunda, bir babanın getirecek ekmeği kalmadığında, bu sadece bir ailenin değil, bir milletin yıkımıdır. Bütün bunlar yaşanırken dünya ne yapıyor? Kınama mesajları atılıyor, insani yardım tırları sınırlarda bekletiliyor, ekranlara birkaç saniyelik görüntüler düşüyor. Oysa orada, Gazze’de, her saniye bir insanın nefesi kesiliyor. Ve biz susuyoruz. Gazze bugün sadece aç değil; çaresiz, yorgun ve unutulmuş. Yalnız bırakılmış bir halk, son nefesini verirken hâlâ onurunu korumaya çalışıyor. Ama bir halkı öldürmenin en acımasız yolu, onu açlığa terk etmektir. Çünkü açlık sessizdir, görünmezdir ve çoğu zaman fark edilmez. Ta ki bir çocuğun cesedi sahile vurana kadar...

Bu yazıyı okuyan herkes bilsin: Gazze bir ülke değil, bir halktır.

Ve bu halk, dünya susarken açlıktan ölüyor.