[email protected]


Jacques Rancière 1830'lar Fransa'sını anlattığı ''Proletarian Nights'' (Proletaryan Geceler) isimli kitabında, Sanayi Devrimi sonrası oluşmaya başlayan işçi sınıfının proleterleşme (emekçileşme) sürecini günlük deneyimlere dayanarak açıklar. Bu dönemde işçiler gündüzlerini sermaye için çalışarak geçirdikten sonra gecelerini de uyuyarak ve ertesi güne enerji toplayarak geçirmeleri gerektiğini henüz bilmiyorlardı. İşçiler kendilerine dayatılan tipik ideal işçi tasvirinin bilincinde olmadıkları için, gecelerini onlardan beklenmeyeni yaparak; yani düşünerek, tartışarak, okuyarak ve yazarak geçirirler.

Rancière'e göre bu oldukça ''tehlikeli'' bir durumdur zira işçiler kendilerine dayatılan hayattan başka bir ihtimalin olduğunu görebilirler. Ancak buradaki asıl ''tehlike'' protelerlerin sömürüldüğünü fark etmesi değil, kaçamak dahi olsa ressam ya da şair oldukları bir seçeneği düşleyerek deneyimlemeleridir. Bu bakış açısı oldukça ilginçtir çünkü okuma, yazma, tartışma gibi eylemler ''üst sınıf''ların tekelindedir. İşçiler onlardan beklenmeyeni yaparak, gündüzleri çalıştıktan sonra geceleri uyumak yerine entelektüel tartışmalar yaparak burjuvaların oluşturduğu görünmez kafesin parmaklıklarını sallamaya başlar. Rancière, ''Dünya hakkında bir yargıya varmak, günlük deneyimlerin yavaş birikimiyle değil, ancak gerçek dünyanın sallandığı ve salt bir görüntüden ibaret hale geldiği anlarda mümkün olabilir'' der. ''1968 Dünya Devrim''inde ''Git çalış, gel uyu'' sloganının Fransa'daki duvarlara yazılması tarihin cilvelerindendir.

Immanuel Wallerstein, prekarya sınıfının olası ''tehlike''lerinden bahsederken sözü Fransız Devrimi sonrasına getirir ve devrimin en kıymetli sonucunun 'değişimin normal olduğu' kanısının yerleşmesinde olduğunu söyler.

''Yeni tehlikeli sınıf: Prekarya''

Soğuk savaş yıllarında örgütlenmeye başlayan işçi sınıfı ve sosyalizm tehdidinden endişe eden Batı, sendikal hakları kabul etmek durumunda kalmıştı. Kırmızı Bayrak altında birleşmesinden korkulan işçilerin insani haklarının ABD ve AB tarafından iyileştirilmesi ironik bir şekilde buna bağlıdır. Ne var ki SSCB'nin dağılmasından sonra kapitalist sistemin alternatifi ve Nemesis'i (düşmanı) kalmadığı için, dünya genelindeki işçi hakları da sermaye patronlarının inisiyatifinde kaldı.

Prekarya,''güvencesiz'' anlamına gelen ''precarious'' ile 'proletarya' anlamına gelen ''proletariat'' kelimelerinden türetilmiş bir terim.

Guy Standing, prekaryayı ''İş gücü-piyasa esnekliğinin artmasından dolayı oluşan istikrarsızlıkların işçiler üzerine yıkılması ardından oluşan sınıf'' olarak tanımlar.

Genellikle geçici işlerde çalışan, iş güvencesi ve hakları olmayan; barista, garson, grafik tasarımcısı, düşük rütbeli beyaz yakalı, güvenlik görevlisi, çağrı merkezi çalışanı ve niceleri…

Standing kimlerin prekarya sınıfına dahil edileceği hususunda şöyle demiş, 'Üretim ilişkileri içerisindeki konumuna bağlı olarak, sürekli kaygı ve kontrolü kaybetme korkusu yaşayan herkes...'

Kabaca, korunmasız işçi ve işsizlerin oluşturduğu, ''düzenli olarak düzensiz işlerde'' çalışan neo-liberal sistemin kayıp çocukları şeklinde özetleyebiliriz.

Entelektüel emeğin proleterleşmesi

''Bugünkü beyaz yakalılar, '68'in öğrencilerinin henüz sezmekte olduğu bir tehdidi, açık ve yakın tehlike olarak yaşıyorlar: Entelektüel emeğin proleterleşmesi. Entelektüel emeğinden başka bir varlığı olmayan yeni kuşaklar, bu emeğin sıradanlaştığını ve arzının olağanüstü çoğaldığını da görüyorlar. Emeğin ucuzlaması ve işsizlik riskinin olağanlaşması demek bu. Teknolojik gelişme ve otomatizasyon, birçok üretim alanında eskiden 'vasıflı' olan işleri 'vasıfsız' hale getiriyor. Kalan vasıflı işlerde de yeni teknolojilere ve bilgilere ayak uydurmak için sürekli eğitimden geçmek, yani o beyaz yakaları sürekli kolalamak, 'daha beyaz' yapmak gerekiyor. Kendi kendinin menajeri olması bekleniyor beyaz yakalılardan; kendileriyle ilgili 'riskleri ve fırsatları' bir girişimci gibi idare etmeleri bekleniyor.

Bir sosyolog, bu devirde yüceltilen beyaz yakalı tipolojisini şöyle tarif ediyor: 'Her yerinden bükülebilecek kadar esnek, kendi kendini sömürecek kadar performans delisi… Her an işe koşulabilir, her an erişilebilir…' İletişim teknolojileri, özellikle medya, bilişim, finans gibi alanlarda, çalışanların 7/24 el altında olmasını sağlıyor. Statü sembolü olarak bayıldıkları teknolojik oyuncaklar, mesailerinin sonsuza uzamasını sağlıyor. Bu da prekarizasyonun gizli bir cephesidir.

Beyaz yakalı çalışanların sıtkının sıyrılmasına yol açan, sadece işsizlik tehdidi ve geçim değil zaten; belki en az onlar kadar, işte bu anlamsızlık duygusu… Köpürtülen arzularla kendi günlük rutinleri arasındaki uçurum; aynı zamanda köpürtülen o arzuların ucundan tattıkça fark edilen yavanlığı… Kışkırtılan 'başarı' hırsı ve rekabetin beraberinde getirdiği arkadaşsızlık, asosyalleşme… Bol 'yaratıcılık lakırdısı altında ruh ezici bir rutin… İş ortamının farfaralı manzarasının arkasında, büyük bir özsaygı kaybı… 'Okumuş çocukları' isyan ettiren, sokaklara uğratan, işsizlik tehdidi kadar, bu tazyikler aynı zamanda.

Tabii, her ne kadar ancak tahsille mümkün bir cehalet türü de varolmakla birlikte, 'okumuş' olunca, enayi yerine konmaya, hiçe sayılmaya itiraz etme ihtimali de mevcuttur!''(1)

Marx, 'Kitlelerin zihinlerini idare etmeye başladığında düşünceler maddi güçler olur' demişti. Bugünkü prekarya sınıfının itici gücünde de maddi yetersizliklerin birincil öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Lakin bunun yanında, her gün hissedilen zihinsel güçsüzlük henüz parça pinçik olan ve bir araya gelemeyen prekaryayı en az maddi yetersizlik kadar etkiliyor.

''Modern kapitalizm, mesleki farklılaşma ve uzmanlaşma mekanizmalarıyla herkes için üretkenliğin türünü üst-belirler. Modern kapitalizmdeki bu farklılaşma ve iş bölümü, özünde en az modern öncesi toplumlardaki tabakalaşma kadar ilkel ve barbarcadır. Ancak daha incelikli bahanelerle gerekçelendirildiği için, içerdiği manevi şiddeti daha zarif bir şekilde gizleyebilir. Toplumsal hareketliliğin katı yasalarla ve yazılı/yazısız kurallarla engellendiği modern öncesi toplumlarda iş bölümü doğuştan gelen farklılıklara dayandırılıyordu. Kapitalizmde ise kanunen ve teoride toplumsal hareketliliğin önünde bir engel yoktur, hatta kapitalizmin başarısı, insanlara, eğer çok çalışır ve sistemin mantığına uygun hareket ederlerse, günün birinde yükselebilecekleri illüzyonunu sunabilmesidir''(2).

''İş piyasasına entegre olması mümkün olmayan ve toplumun kenarlarında yaşayan tabakayı bu kategorinin dışında tutarsak, prekarya, proletaryadan farklı olarak, yüksek eğitimli, burjuva kriterlerine göre 'iyi bir yaşama' ulaşmak için gereken şartların çoğunu yerine getirmiş ve prensipte kendisini sermaye ile çelişki içersinde tanımlamayan bir sınıftır. Dolayısıyla liberalizmin vaatlerine, proletaryadan farklı olarak, gerçekten inanmış bir sınıfla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Guy Standing'e göre, bu vaatlere ulaşmasının önündeki reel bariyerler, sistem karşısındaki öğrenilmiş çaresizlik, sınıf düşme korkusundan ya da hak ettiğine inandığı hayata ulaşamamaktan duyulan kronik güvensizlik ve kendini geliştirme imkanı sunmayan pragmatik işlerin yol açtığı körelme duygusu, prekaryada öfke, anomi, kaygı ve yabancılaşmaya yol açar. Buna ek olarak, prekarya, proletaryanın sınıfsal bağlılığına ve gururuna da sahip değildir, çünkü Standing'in de belirttiği gibi, sürekli uçurumun kıyısında olmanın, mesleki vasıflarına ve eğitim geçmişine tekabül edecek olan yaşam biçiminin altında yaşamanın gurur duyulacak hiçbir yanı yoktur''(3). Ekonomik konum olarak da prekarya 'Marxian anlamda bir sınıf değildir; kendi içinde bölünmüş ve sadece korkular ve güvensizliklerde birleşmiştir'(4).

Nitekim demokrasi ve örgütlü sınıf mücadelesinin (prekarya dahil) problemi bir bakıma aynıdır. O da bireye aynı yanılgıyı, yani özgür seçim hakkı olduğu illüzyonunu sunabilmesidir. ''Sermayenin esneklik kazanmasıyla üretim mekansızlaşmış ve üretim işçinin ayak bağı olmasını engelleyecek bölgelere kaymıştır. Çünkü emeğin örgütlü bir güç oluşu sermayenin esneklik kazanmasını engellemektedir. Bu nedenle post-fordist üretim sistemleri sınıf bilinci oluşturmak yerine örgütlü emek gücünü parçalamaya yönelik düzenlemelerle gelişme göstermiştir. Emek-sermaye ilişkisinde emek gücü sömürüye direnmenin yollarını ararken; sermaye ise emek gücünün dirençlerini kırmanın yollarını aramaktadır. Bu amaçla tercih edilen yöntemlerden biri iş gücünü parçala ve yönet taktiğidir. Yeni düzende emek gücünün seçimlerinde özgür olduğu öne sürülür ama zayıf sendikalar yerine güçlü sendikalar inşa etmeleri yasaktır. Kolektif örgütlenmeleri yasaktır''(5). Dolayısıyla, özgürlük kavramını bu paradigmaya göre mercek altına almak faydalı olacaktır.

-------------------------------

(1) http://www.radikal.com.tr/hayat/beyaz-yakalilarin-isyaninin-ardinda-ne-var-1140107/

(2) Vatansever, A. (2013) PREKARYA GECELERİ, 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası

(3) Vatansever, A. (2013) PREKARYA GECELERİ, 21. Yüzyıl Dünyasında Geleceği Olmayan Beyaz Yakalıların Rüyası

(4) Standing, G. (2011a), The Precariat, The New Dangerous Class, Bloomsbury, Londra/NY.

(5) ÖZALP, B. (2020), (Are White Collar Workers in a Precarization Process? , İŞLETME ARAŞTIRMALARI DERGİSİ