0

Ekonomimizdeki önemli sorunların kronik yapısı ve nedenleri bilinmekte, bu sorunların giderilmesine yönelik görüşler, uygulamalar ve sonuçlar ise yıllardır Ülkemizin ekonomi gündeminde yer almakta ve bu kapsamda siyaset ve ekonomi çevrelerinde yoğun tartışmalara konu olmaktadır. Yakın dönem dikkate alınarak bu ekonomik sorunlar değerlendirildiğinde; bunlardan bazılarının rakamsal bazda kötüleşme süreçlerinin ivme kaybettiği bazılarının ise iyileşme görüntüsü verdiği, bu değişimde; alınan bazı klasik tedbirlerin yanı sıra politika ve yöntem değişikliklerinin de çok etkili olduğunu görmekteyiz. Diğer dikkat çeken önemli bir konu ise; her bir ekonomik sorunun çözümüne ilişkin önerilerin birbirinden bağımsız söylemler şeklinde gündeme getirilmesi nedeniyle, bir sorunun çözümünün sağlanırken diğer sorunun daha da kötüleştirilmesi riskinin veya bunların birbiriyle çelişmelerinin nasıl önleneceği hususudur.

Bu bağlamda aklımıza öncelikle gelen önemli ekonomik sorunları aşağıda sıralayalım ve uygulanmaya başlanmış dolaylı çözüm yolları ile bazı kesimlerin ve özellikle de siyasi iktidarın ekonomi kurmaylarının ağırlık verdikleri konuları ve söylemlerinde dile getirdikleri önerileri hatırlayarak, zihinsel ekonomik bir sörf yapalım ve değerlendirelim.

Geleneksel olarak Devlet tarafından yapılan büyük kamu yatırımlarının; Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemleri kapsamında özel sektör eliyle gerçekleştirilmesine yönelik politika ve metot değişikleri sonucunda; bu yeni uygulama sürecinde büyük finansman gerektiren yatırımların hız kazandığı görülmüş, buna karşılık kamunun koşullu yükümlülükleri artmış, kamunun dış borcu azalırken özel sektörün dış borcu ise artmıştır. Ayrıca, bütçeden karşılanması gereken anılan yatırımların bütçe dışına çıkması nedeniyle bu durum; mevcut bütçe açıklarının azalmasına olumlu katkı yapmış, ancak anılan yatırımlardan gelecekte sağlanacak işletme vb. gelirlerden ise mahrum bırakmıştır. Diğer dolaylı çözüm arayışlarından birisini de; işçi sendikalarının karşı çıkmasına karşın mevcut kıdem tazminatı mekanizmasında değişiklik yapma ve esnek çalışma modellerinin uygulamaya sokulması çabalarında görmekteyiz. Bu arayışları savunanların ise yapılacak değişikliklerin; ticari rekabet, istihdam, tasarruf vb. alanlardaki sorunların çözümüne katkı yapacağı düşüncesi içinde oldukları anlaşılmaktadır.

Şimdi de ekonomimizdeki önemli sorunlara ilişkin olarak son zamanlarda yüksek sesle ifade edilen ve ilk anda kulağa da hoş gelen bazı görüş, eğilim ve önerilerin; gerçekleşmeleri halinde yaratacakları etkilerine ve birbirleriyle çelişme olasılıklarına değinelim. Özellikle enflasyonun düşürülmesine yönelik söylemler kapsamında hedefe ulaşılamama gerekçesi olarak dönemsel çeşitli nedenlerin (Petrol fiyatları, mevsimsel şartlar, gıda fiyatındaki yükselmeler, kurdaki artışlar vb.) öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu nedenler bazen ters yönde değişerek enflasyonun düşmesine olumlu katkı da yapabilirler. Önemli olan; bu tür nedenleri sıralamaktan ziyade, yapısal tedbirler kapsamında bu sürecin akışını değiştirebilmektir.

Diğer yandan, dış talep yetersizliği nedeniyle iç talebe dayalı büyüme modeline geri dönüş yapıldığı dikkat çekmektedir. İç talebe dayalı büyümenin sürdürülebilir olmaması, cari açığa ve enflasyona yapacağı olumsuz katkılar dikkate alındığında; şartlardan kaynaklanan bu konudaki yönelişin yaratacağı sonuçların diğer hedeflerle çelişmesinin nasıl önleneceği merak konusudur. Ayrıca, iç tasarrufların azlığının ve artırılması gerektiğinin ısrarla gündeme getirildiği bu günlerde sorulması gereken soru şudur: Tasarruf artışını hangi kesimler gerçekleştirecektir? Çünkü, iç piyasaların canlandırılması kapsamında; kredi kartlarının bazı taksit sayılarına önceden getirilen kısıtlamaların da yakın zamanda esnetilmesi ve özellikle de Merkez Bankasına yeni Başkanın atanmasını müteakip olası yüksek oranlı bir faiz düşürülmesini izleyen süreçte, ticari, tüketim ve diğer kredilerin kullanımının artması üzerine kurulduğu anlaşılan yakın ekonomik senaryonun; tüketim ve yatırım harcamaları ile istihdamın artmasını, başta gayrimenkul olmak üzere her türlü stokların azaltılmasını öngördüğü anlaşılmaktadır. Bu öngörü kapsamında faizlerin düşmesinin maliyetlerin azalması açısından enflasyonu frenleyici, harcamaların artması bakımından ise enflasyonu artırıcı etkisi söz konusu olabilecektir. Ayrıca, faizlerin düşürülmesini ve harcamaların ise artmasını öngördüğü anlaşılan bu politikanın; döviz kurları, cari açık ve tasarruflar üzerinde yaratabileceği olumsuz etkilerin de dikkate alınmasında yarar vardır. Önümüzdeki dönemde faiz oranlarındaki olası düşmenin, yabancıların doğrudan yatırımlarını ve portföy yatırımlarını farklı boyutlarla da olsa etkilemesi doğal bir sonuçtur.

Öte yandan, gönüllü tasarrufların azalmaması ve artması için; öncelikle tasarruf sahiplerinin tasarruflarının enflasyon karşısında aşınmaması gerekmektedir. Dolayısıyla, enflasyon oranından bağımsız olarak faizlerde sert bir indirim yapılması halinde; tasarruf sahiplerinin, getiri kayıplarını dikkate alarak, özellikle bankalardaki tasarruflarının rotasında bir değişiklik yapmaları olasılığı gündeme gelebilir. Bu durumda gayrimenkulün yanı sıra döviz ve altına da bir yönelme söz konusu olabilir. Bu sonucun, ihmal edilemeyecek bir olasılık olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Dolayısıyla, 'tasarrufun artması mı yoksa harcamaların artması mı isteniyor?' sorusunun cevabının kamuoyu nezdinde netleştirilmesi gerekiyor.

Ekonomimize ilişkin karar vericilerin, uygun gördükleri hamleleri yaparken, kullanacakları iktisadi araçların; dozunu, zamanını ve birbirleriyle uyumunu bir orkestra şefi titizliğinde ayarlamaları dileğiyle.