Kuşlar ülkesinden dönen kırlangıçlar bir sonbahar sessizliğinde şehrin üzerine örter zifiri karanlıkları. Kurumaya başlayan yapraklar dallarından düşerken serçe kuşları üşümenin ilk nefes alışlarını yaşarlar tüylerinin arasına bürünerek. Kaybolurlar adeta, avuç içini doldurmayan tüylerinin arasında bir parmak kalana kadar. Göçmen kuşların başka diyarlarda kendilerini kaybetmelerine karşın serçe kuşları kiraz ağacının dalları arasında kendi tüylerinin arasına büzülürler. 
 

Kaybolmak olgusu doğanın ve insanın varoluşunda saklıdır. Tabii bir durum ve olgudur. Yaşamın içerisinde kuytu köşeler ararız kaybolmanın heyecanını yaşamak adına. Bu birazda kaçmak veya saklanmak barındırır bünyesinde. Her insanın içerisine gizlenen bir kaybolmak hissi vardır. Kaybolmayı düşler insan zamanla. Mekanların içerisinde, kalabalıkların arasında, gökdelenlerin sırasında, bir orman kuytusunda, bir bozkırın toprak kokan yollarında…
 

Şehirlerde kayboluyoruz. Sisler ve dumanlar arasında. Kirlenmişlikleri bir gömlek gibi üzerimize çekiyoruz. İnsanların, caddelerin, kalabalıkların arasında kayboluyoruz farkında olmaksızın. Ne kadar da kalabalık olduğumuzu düşünüyoruz oysa nasılda kendi yalnızlığımıza çekiliyor ve kendi içimizde kaybolup gidiyoruz. 
 

Şehirlerde kayboluyoruz. Şehirlerin akıp giden gürültüleri arasında kendi yalnızlığımıza akıyoruz. Kayboluyoruz yalnızlığımızın derin çizgileri arasında. Bitmek bilmeyen, göz alabildiğine şeritli yolları andırıyor yaşam çizgimiz. Kalabalıklar arasındaki şeritli yaşam çizgimizin ortasında kendimizi bile fark etmeden kaybolup gidiyoruz. 
 

Şehirler yutuyor bizleri. Yalnızlığımızı içine çekiyor bir hortum gibi. Kirlenmiş şehirlerin kalabalıklarında kaybolmanın acısını bile hissetmiyoruz. Ne korkunç ne tuhaf ne acınacak bir acıdır bu. İnsanın kalabalıklar arasındaki kendi yalnızlığında kaybolması ve bu kaybolmanın farkına varamamak... Bunu hissedememek, anlayamamak ve idrak edememek… 
 

Kalabalıklar alabildiğine akıyor şehirlerde. Şehirler kalabalıkları, kalabalıklar şehirleri yutuyor. İnsanlar ve şehirler iç içe geçmiş beton yığınları gibi. Şehirlerin beton yığınlarını andırıyoruz. Ruhsuz, duygusuz, hissiz, hissiyatsız, düşüncesiz, merhametsiz, katılaşmış ve kalpsiz birer beton yığınları…  Bu iç içe geçmiş hissizlikten ve duygusuzluktan sıyrılmak için kendimize, belki de kendimizden bir başka kendimize kaçıyoruz. Kaçarak kaybolmaya çalışıyoruz. 
 

Kalabalıkların arasında kendi yalnızlığımızda kayboluyoruz. Etrafımızı saran, bizi bünyesine alarak çevreleyen, kendimizi dinlemek istediğimizde hep karşımıza çıkan kalabalıklardan kendi yalnızlığımıza dönerek kaybolmayı tercih ediyoruz çoğu zaman. 
 

Kalabalıklarda kayboluyoruz kendimizi bulmak için. Sisli bulutlu bir gökyüzünde gecenin karanlığı örterken mavi gökyüzünü yıldızları arayan gezginci gibiyiz. 
 

Boyuna örselenen, sağından ve solundan sürekli darbeler alan, her bir darbede yere kapaklanan çelimsiz bir boksörü andırıyoruz. İçerisine girdiğimiz her bir kalabalık bizleri kendi içimize, yalnızlığımıza doğru kaybolmaya itekliyor.    
 

Kalabalıklar arasında kalabalıklara doğru yürüyerek kayboluyoruz başımız önümüzde, düşüncelerimizi içimize gömerek… 
 

Korkuyoruz kalabalıklardan. Kalabalıkların fikirlerimize, düşüncelerimize, düşlerimize, görüşlerimize kabalık ederek kalabalık etmesinden kendimize ait hissettiğimize yalnızlığımıza çekilerek kayboluyoruz. Düşünce ve fikirlerimizin örselenmesinden, örselenerek yıpratılmasından çekiniyoruz. Bu çekingenlik bizleri kalabalıkların arasında kendi yalnızlığımıza doğru kaybolmaya itiyor. Kalabalıklarda kaybolmayı tercih ediyoruz istemeden, bazen mecbur bırakılarak. Kalabalıklarda kayboluyoruz istemeden. İçimizi yakmasının, canımızı acıtmasının, fikirlerimizi, düşünce ve düşlerimizi hırpalayıp yıpratmasının ıstırabını hissederek kayboluyoruz. Bir volkan patlamasını andıran duygular biriktirerek kayboluyoruz kalabalıkların arasında. Her bir kaybolmada ya bir hüzün ya da bir mutluluk parıltısı oluşuyoruz gözlerimizde ve benliğimizde.   
 

Bizi en çok sevgilinin gözlerinde, sevgilinin sevgi kalbinde kaybolmak mutlu kılıyor. Sevgilinin gözlerinde kaybolmayı tercih ediyoruz en çok. Sevgilinin göz bebeklerine düşmek… Bir mercan adasında gezinir gibi göz bebeklerinin arasında gezinmek oradan hiç çıkmamayı düşleyerek.
 

Sevgilinin gözlerinde kaybolmayı düşleriz, uykunun en mahmur, en derin, en doyumsuz halini andıran düşlerle… 
 

Sevgilinin gözlerinde kaybolmayı isteriz sevgilinin bir kez göz gülümsemesi uğruna tüm yaşanmışlıklarımızı geride bırakmanın cesaretiyle…
 

Sevgilinin gözlerinde kayboluruz yaşadığımız tüm umutsuzluklarımızı unutmak için göz bebeklerindeki küçücük bir umuda tutunarak…
 

Sevgilinin gözlerinde kaybolmayı tercih ederiz kalabalıklar arasındaki vahşilikten masum bir merhamete sığınmak için…
 

Sevgilinin gözlerinde kayboluruz bir serçe kuşunun tüyleri kadar hafif bir kalbe sahip olabilmek için… Yumuşatır bizleri sevgilinin gözleri. Katılaşmış kalplerimiz sevgilinin bakışındaki minik bir damlacıkla çözülür. 
 

Durgun akan bir nehri andırır sevgilinin gözleri. Etrafındaki bentleri, çitleri hoyratlığıyla yıkıp deviren bir nehirden tüm sevecenliğiyle bizlere huzur ve dinginlik veren bir nehre dalmak gibidir sevgilinin gözlerinde gezinmek. 
 

Kayboluruz şu bizlere sunulan yaşam pınarını andıran zaman dilimlerinin arasında. Her bir kaybolma bizlere acı ve tatlı hatıralar yaşatır. Damaklarımızda tatlı ve acı anlar bırakır. Her bir kaybolmada farklı hisler ve duygular içerisine gireriz. Düşüncelerimiz, fikirlerimiz, düşlerimiz, hislerimiz, duygularımız, bedensel acılarımız her bir kaybolmada farklılık gösterir.
 

Fikirler kayboluyor. Ve bizler fikirlerin arasında kayboluyoruz. İfade edemediğimiz, dudaklarımızın arasından çıkacak her bir kelime için etrafımıza bakındığımız fikirlerimiz tıpkı düşlerimiz gibi kaybolup gidiyor içimizde. Bin bir zorlukla beyin hamurunda yoğurduğumuz fikirlerimizi seslendirememenin acısını yaşıyoruz her kaybedişimizde. 
 

Fikirlerimiz kayboluyor yol ayrımlarında. Güneşin ziyasını, ayın parlaklığını, yıldızların ışıltısını andıran düşünce süzgecimizden geçirdiğimiz fikirlerimiz kayboluyor her köşe başında. Sokak aralarında, cadde kenarlarında, kalabalık yığınlar arasında evladını kaybetmiş bir annenin çaresizliğini andırıyoruz düşünce girdaplarımızda kaybettiğimiz fikirlerimizin peşine düşerken…
 

Fikirlerimizle birlikte kayboluyoruz bizlerde. Labirenti içerisine düşüyoruz istemeden. Sağa sola koşturuyoruz bir çıkış yolu bulmanın çaresizliğinde. Her bir dönemeçte ayrı bir heyecan her bir dönemeç sonunda ayrı bir hüsran yaşıyoruz. İç cebine umut ve hüznü dolduran birer şairler oluyoruz.
 

Düşünceler yok oluyor. Fikirlerin peşi sıra giden duygu ve düşüncelerimiz her köşe başında bir cellat tarafından hiç ediliyor. Yürüyen, konuşan, yiyen, içen, şarkılar söyleyen, bağıran çağıran, öfkelenen, ağlayan, gülen ancak hiçbir düşüncesi, hiçbir fikri, hiçbir düşü olmayan kalabalıklar arasında yok oluyoruz fikirlerimizle birlikte. 
 

Bize ait olan, kendimize ait, bireyselliğimizi kanıtladığımız, kanıtsadığımız bizleri değerli kılan değer düşüncelerimizi, hiçbir insanda olmayan sadece bizde olan fikrimizi, değerlerimizi, kapı eşiğinde bırakılan ayakkabılara benzetiyorum. Eşikten, kapı önünden içeriye asla giremeyen ayakkabılar. Bir topluma bir topluluğa girdiğimizde o toluma veya o topluluğa ayak uydurmak adına bize ait olan, bizden olan, bizimle özdeşleşen değerlerimizi, düşüncelerimizi, fikirlerimizi geldiğimiz yerde bırakıyoruz. Ve kayboluyoruz, kaybolduğumuz gibi de kaybediyoruz hiç bilmediğimiz, tanımadığımız, önceden farkına bile varmadığımız sonradan fark ettiğimiz yabancı düşünceler ve fikirler arasında…
 

Tahammülsüzlük yeryüzünü siyah bir halı gibi kaplamış. İnsanların birbirlerine adeta canavarlaştığı bir toplumda yaşıyoruz. Tahammülsüz, koca koca topluluklar ve bu topluluklar arasında kaybolan insani değerlerimiz. 
 

İnsanlar neden birbirine tahammül edemiyor?
 

Neden en ufak bir kıvılcımda insanlar birbirlerine en üst perdeden pervasızca yükleniyor ve katılaşıyor?
 

Kaybolan tahammülümüzün yerini canavarlaşmış kalabalıklar arasında gezinen insani değerlerini yitirmiş tarif edilmez farklı hisler ve duygular almaktadır. 
 

Kalabalıklar arasında insanların birbirine olan tahammülü kayboldukça güven hissi de yok olup gidiyor. Tahammülsüzlük içerisinde birbirimize olan güvenlerimizi de kaybediyoruz. 
 

Ve en çokta sevgiliye olan güvenin yok olması, bir boşlukta kaybolup gidiyor.  
 

Hiçbir şekilde sevgilinin gözlerinde güveni bulamıyorsunuz. Kayboluyor sevgilinin göz bebeklerindeki güven canavarlaşmış insan yığınlarının arasında. Paçalarına ne kadar dolansa da tahammül, tahammülsüzlük bir mıknatıs gibi çekiyor kirlenmiş duygular girdabına…
 

Sevgili de kaybolmak. Dalından düşen bir yaprak toprakla buluştuğunda güneşin dokunmasıyla yavaş yavaş aslına dönmeye başlar. Yaprak toprak olmaya doğru meyletmektedir. Yeşilliğini zamanla kaybeder. Toprağın bağrında özüne döner. Yaprak toprakla buluşmada toprak olarak kaybolmuştur. 
 

Sevgilinin sinesine yaslanan bir insan başını hafiften kaldırıp sevgilinin gözlerine baktığında göz bebeklerinden içeriye düşmüştür. Yavaş yavaş kendisinin sevgilinin toprağı andıran sinesine bırakır. Sevgilinin gözlerinde kaybolmanın en derin hazzını yaşayan bir insan sevgiliyle bütünleşmiş ve özü olan sevmek veya sevilmek toprağında bütünleşmiştir. 
 

Kayboluyoruz sevgilinin gözlerinde.