0

Değerli okurlar, 21.09.2016 tarihinde yayımlanan 'AB sürecinde zincir attı' başlıklı yazımda Ülkemiz ile Avrupa Birliği(AB) arasındaki ilişkilerin geldiği noktayı; bisikletlerdeki 'zincir atma' olayına benzetmiş; uzun, yorucu, inişli ve çıkışlı, sorunlu, biraz da duyguların karıştığı bu süreci irdelemiş, AB'ın ağırdan almasının nedenlerini belirtmiş, tarafların bu birlikteliğe olan ihtiyacının gerekçelerini saymış, AB ile Ülkemize düşen görevleri hatırlatmış ve bu sürecin olumlu sonuçlanması için gerekli gördüğüm yaklaşım değişikliğinin gösterilmesine olan inancımı aktarmıştım. Aradan geçen altı ayda bu diyalogların daha da kötüye gittiği, zincirin esnemesi sonucu dişlilerden çıkmasını tanımlayan zincir attı kavramını aştığı ve bugün için gelinen noktada zincirin koptuğu görülmektedir. Dolayısıyla, aşınan ve her iki tarafı da yıpratan bu yaklaşımların geride bırakılarak tabiri caizse kopan zincirin yerine yeni bir zincir takılarak gelecek yönlendirilmelidir.

Çok yakın bir zamanda Almanya ve Hollanda ile yaşamış olduğumuz ve hoş olmayan görüntülerden oluşan bu tablo içinde; özellikle diplomasi sınırlarını aşan davranış ve söylemlerin dikkat çektiği ve evrensel kabul görmüş uluslararası normların ve diplomasi kurallarının dışına çıkıldığı görülmüştür. Bu sıkıntılı sürecin yaşanmasının nedenleri olarak, özellikle Hollanda da yapılan seçimlerin ve Ülkemizdeki referandum sürecine ilişkin oy tercihi beklentilerinin etkili olduğu şeklinde yaygın bir kanı oluşmuştur. Ancak, Ülkemiz ile söz konusu iki ülke arasında yaşanmakta olan bu sürece ilişkin olarak diğer bazı AB ülkelerinin aldığı tavır da dikkate alındığında, hararetli söylemlerle sonuç almanın mümkün olmadığı ve bilakis ilişkileri daha da kötüye götürme ihtimali bulunduğu anlaşılmaktadır. Yakın zamanda Rusya ile yaşanan gergin dönemde de rasyonel olmayan yaklaşımlar sonucunda süreç zorlaşmış ve ekonomimiz olumsuz etkilenmişti. Öte yandan, ülkeler arasında bu tür siyasi gerilimlerin çok tırmandırılmasının ardından; ilişkileri normal seyrine döndürme aşamasında zorluklar çıkmakta, zaman kaybı yaşanmakta, uzlaşma sağlanması halinde ise geri adım atıldığı eleştirileri gündeme gelmektedir.

Ülkemizle diğer bazı ülkeler arasında geçmişte de bu tür benzer gergin durumlar yaşandığı ve özellikle de ekonomi kastedilerek gündeme getirilen yaygın yaptırım söylemleri dikkate alındığında; bugün için bazı Kabine üyelerinin hararetli söylem örnekleri sergilemesine karşılık, Kabinedeki ekonomiden sorumlu bakanların bu havaya eşlik etmemesi ve ekonomik gerçekleri de gözeterek daha sağduyulu bir yaklaşım göstermeleri, olumlu istisnai görüntüler olarak dikkat çekmiştir.

Ekonomimizle ilgili çeşitli göstergelere bakıldığında Avrupa'nın payının çok önemli olduğu ve çıkarların tek taraflı olmadığı hepimizin malumudur. Bu ekonomik ilişkilerden Ülkemiz de, AB'da payını almaktadır. Ancak, bu ilişkilerin kötüleşmesi AB'a göre Ülkemizi daha fazla sıkıntıya sokar. Çünkü, ihracat, turizm, doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları, borçlanma vb. açılardan bakıldığında AB'ın ekonomimiz içindeki payının yüksekliğini ve ekonomimiz içindeki hayatiyetini görmezden gelmek mümkün değildir.

Ülkeler arasındaki bu tür krizlerin olumsuz ekonomik sonuçlarının bazıları kısa vadede (turizm gibi) bazıları ise zaman içinde gerçekleşir. Dolayısıyla, Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik şartlar, küresel konjonktürden kaynaklanan sermaye akışındaki yavaşlama ve uluslararası siyasi gerginliklerin ekonomiye yansımaları dikkate alındığında dışa açık bir ekonomi olan Ülkemizin rasyonel davranmasında fayda vardır. Elbette ki; ulusal onurumuzu koruyalım ve yapılan haksızlıklara karşı çıkalım. Ancak, gelecek nesillerin de refahını ve çağdaş şartlarda yaşam sürmesini sağlayacak her türlü imkanları ve olasılıkları tüketmemeye ve uluslararası arenada yalnızlığa düşmemeye çalışalım. Ayrıca, yurt dışında yaşayan ve bir kaç kuşak oluşturan vatandaşlarımızın gerek iş yaşamları gerekse sosyal ortamları açısından huzurlarının kaçmasına neden olabilecek gelişmeleri öngörme sorumluluğumuzu gözden uzak tutmamalı, tedbirleri önceden almalı ve popülist söylem ve davranışlardan kaçınarak, Avrupa'da artan yabancı düşmanlığı ve İslamofobi akımının; özünde haklı olduğumuz konulardaki tepkilerimizi çarpıtmasını sağlayacak yaklaşımlarda bulunmamalıyız.

Daha evvelki yazımda da belirttiğim üzere, AB; Ülkemizin jeopolitik konumu, toplam ve genç nüfusu, ekonomik gücü ve potansiyeli başta olmak üzere çeşitli olumlu özelliklerimizin farkındadır. Ülkemiz ise; Avrupa'nın erişmiş olduğu evrensel kabul görmüş demokrasi ve hukuk seviyesini, kurumsal yapılarını, devlet-vatandaş-siyaset ilişkileri ile ilkelerini, sanat ve kültürünü, bilim ve teknoloji seviyesini dikkate aldığında, çağdaşlığı ve refahı öngören bir yaşam için bu imkan ve deneyimlere sırtını dönmesi mümkün değildir.

Mevcut ilişkiler açısından dibe vuran AB süreci, aslında Ülkemiz için doğru bir hedeftir. Ancak, bu sürecin mevcut şartlarda ilerlemesine imkan bulunmamaktadır. Bu süreç her bakımdan yeniden gözden geçirilmeli, iyileştirilmeli, somut takvime bağlanmalı ve ucu açık hususlara yer verilmemelidir. Özellikle AB'ın; Ülkemize verdiği sözleri tutmayan, çifte standartlı davranan ve mevcut şartlarla süresiz olarak AB kapısında beklememizi öngören yaklaşımını değiştirmesi gerekir. Ülkemizin de AB'ı karşı taraf olarak değil, içinde olduğumuz ancak haksızlığa uğradığımız bir yapının düzeltilmesi için yapılacak çabalar kapsamında tanımlaması gerekmektedir.

Diğer bir önemli husus ve eksikliğimiz ise müzakere performansımız, takip etme ve sonuçlandırma kapasitemizdir. Yakın geçmişteki bazı örnekler bu hususlardaki zafiyetimizi ortaya koymuştur (NATO'nun askeri kanadına Yunanistan'ın Rogers Planıyla 1980 yılında dönüşü, Danimarka Başbakanı Rasmussen'in 2009 yılında NATO Genel Sekreteri olarak seçimi, AB ile 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması ve 2013 yılında imzalanan Geri Kabul Anlaşması süreçlerinde Türkiye'nin bu konulara müdahil olmasına rağmen, söz konusu anlaşmalardan beklenen faydaları sağlayamadığımızı, bazı kayıplara uğradığımızı, verilen sözlerin tutulmadığını ve lehimize olan yükümlülüklerin ise yerine getirilmediğini unutmamamız gerekmektedir). Bu nedenle, uluslararası ilişkilerde söylemlere ağırlık verilmesinden ziyade, müzakere konusunun ihmal edilmemesinde fayda ve zaruret vardır.