Artık yaş almak, neredeyse kabahat sayılıyor. Herkes “genç, dinç, pırıl pırıl” görünmenin peşinde. Sokakta yürürken bile yüz kremi reklamı gibi parlayan suratlar, dudak dolgusuyla vurgulanan sözde doğallıklar arasında gözümüz kamaşıyor. Sanki kadınların sabah kalktığında ilk işi aynaya “bugün kaç yaşındayım acaba?” diye sormak olmuş gibi...
Saçtan tırnağa kadar bir bakım seferberliği sürüyor: saç maskesi, keratin, dip boyası, serum, peeling, tırnak güçlendirici, kaş sabitleyici, kirpik uzatıcı… Bazen insan düşünüyor bu kadar ürünün içinde hâlâ “biz” var mıyız, yoksa kozmetik endüstrisinin kimyasal mucizeleriyle mi karıştık? Banyoda bir kadının rafına baksanız, mini bir laboratuvarla karşılaşırsınız. Üstelik her ürün doğal içerikli yazıyor. Ama doğa bu kadar çok kimyasalı nerede yetiştiriyor kimse bilmiyor. Son yılların parlayan yıldızı ise kolejen! Ciltteki elastikiyeti artırıyormuş, kırışıklıkları azaltıyormuş, hatta belki ömrü uzatıyormuş (belki!) Herkes sabah kahvesinin yanına bir kaşık kolejen koyuyor. Yetmezse toz, tablet, sıvı formda takviye geliyor. Sanki her yudumda 20’li yaşlarına biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissediyor insan. Oysa doğanın kendi ritmini unutuyoruz kırışıklık yaşamak, yaş almak, olgunlaşmak bunların da birer güzellik değil mi? Filtreli bir dünyada kırışıklığın modası geçmiş durumda. Doğal yaşlanma kavramı, sanki utanılacak bir şeymiş gibi fısıltıyla söyleniyor. Halbuki biraz durup aynadaki çizgilere teşekkür etsek, ne çok hikâye hatırlatır bize.
Sonuçta herkes genç kalma yarışında ama kimse mutlu görünmüyor. Çünkü cilt gerginleşiyor ama zihin yorgun, yüz pürüzsüz ama kalp kırış kırış. Halbuki gerçek doğal güzellik insanın içinin yüze vurumudur.