Toprağın yüzüdür, parlayan Güneş’in selamını alan. Alemi sarsan düğümü taşır gözlerinde, mağara yoldaşlığına endam eder, kendinin celladı olmaya seçilmiş oysa, ışığın çiğliğinde hoyrat, çıplak görünür giydirilmemiş olduğundan.
Kayıp dili, henüz yazılmamış. Mazi bu, kırık kemiklerinin üzerinde çiçek tozları, çağlar esirgemiş, sessizce bırakılmış, göz yaşı ile kaplanmış koyu mateme.
Biz onu böyle bilmezdik, tarih büsbütün kararıyor, riya değil. Kaydı korkak kalemler alıyor. Onların elinde yaşıyor ve ölüyoruz her gün, silinen ya da hiç arşivlenmemiş neler var insanlığın tarihinde. Rastlantı olmasa gerek, bizim de sonumuz Neandertal gibi.
Kurtarıcı bir aşı yok, kimsesizlik mülkiyetiyle, karanlık odalarda çiğneniyoruz.
Mezarlar, medeniyetin çürümüşlüğünü aktarıyor sonraki kuşaklara. Utanç sinmiş taşlara künyeler asılıyor.
Kazılar, kökleri anlatırken, kirlenmişliği çarpıyor yüzümüze.
Kutsanmış köleliğin uygarlığında küçücük insanlarız, kendimize yetmezliğimizin merdivenlerini adımlıyoruz. Kemirilmiş sözlerle azlığımızı konuşuyoruz. Kıvranan uykularla, haksızlıklara katlanıyoruz. Diri kalan hiçbir şey yok içimizde, haritalar bölüştürülüyor, elden ele, dilden dile kasırgalar yükseliyor. Değerlenen arsızlık, korkunç kalınlığıyla sirayet ediyor, öç alıyor ruhumuzdan, emiyor humanusu.
Örtüneceğimiz doğayla aramıza boşunalık dikitleri, kanıksanan umutsuzluk yükleniyor. Uzun yıllar içinde değil, çok daracık bir zamanda hızlanan.
Fena halde, katman katman parçalanıyoruz. Açıklaması zor olan bir giyotinle boynumuzdan vurduruluyoruz.
Bütün dünya bir şey bekliyor gibi, can bulan bir şey yok ufukta.
Varoluşun sureti, kâinatın meydana gelmesinden önce ilk olandır, aman ne büyük söz ettim.
İnsanlık meclisi, devrin nakkaşlarına bırakılmayacak kadar derin, yer etmiş kutsallarda…