0

Güneşli bir gündü o gün. Evde canım sıkılmıştı. Köy meydanına doğru inen yoldan ağır ağır yürüyordum. Kapısının önünde Burcu ablayı evine girerken gördüm, ardından bende evine girdim. Herkes onu sevdiği için abla derdi. Ben de severdim, ben de abla derdim. Odaya girdiğimde Burcu abla üzgündü. Sanki bir şey söyleyecekte, söyleyemiyor, utanıyor, çekiniyor gibi bir hali vardı. Oysa onu ne zaman görsem, yüzünün aydınlığı, hemen gülüverecekmiş gibi hali dikkati çekerdi. Cana yakın biriydi. Arada bir tesadüf yolda karşılaştığımızda, ayaküstü oradan buradan konuşurduk. Benden hiç çekinmeden evdeki çocuklarından, şehirdeki gelininden, askerdeki oğlundan aldığı haberleri söylerdi. Ama o gün konuşmuyordu. Üstünde bir durgunluk vardı.

— Durgunsun bu gün dedim, canın bir şeye mi sıkıldı?

— Bir şey yok desem yalan olur, dedi. Oğlanla kavga ettik. Askerden gelen mektubu bana okumuyor, deyince biraz olsun gerginliği kaybolurken 'boş ver' dedi. Çocuktur işte, sana bir çay yapayım.'

Okula giden on iki yaşında bir oğlu vardı.

Doğrusu o anda bende şaşırmıştım. Çünkü Burcu ablanın okuryazar olduğunu sanıyordum. Şaşkın bir şekilde 'Sizin okuma yazmanız yok mu?' diye sordum.

— Evet, dedi hemen tedirginliğini, çekingenliğini, utancını yenmişti.

Hiç bir şey söylemeden, anlamsız gözlerle o bana, ben ona bakarken sanki bir suçlu arıyorduk. Suçlu kimdi? İnsanlarımızı böylesine cahil bırakan kimlerdi? Oysa hepimiz biliyorduk, cahilliğin bir kuru ağaç gibi olduğunu, çevresine bir şey veremediğini.

Burcu ablanın, bu güzel kadının neden okuyamadığını sormak istedim ama soramadım. Soramadım çünkü kendisinin okuyamamış olmasında onun bir etkisi olmamıştı. Üzülmüş ve kırılmış bir ses tonuyla uzaklara bakarak konuşmaya başladı;

— Okuyamadık işte hocam, dedi tok sesiyle. Okutmadılar bizi. Bağda, tarlada çalıştırmak için okula göndermemişler. Oysa ne çok isterdim, okumuş olabilmeyi. Ne çok isterdim hastanelerde beyaz gömlek giyen kızlardan biri olabilmeyi. Ama olmadı işte. Olmadı. Çocukları kayıt için köye öğretmen geldiğinde babalarımız bizi bir odaya kapatıp dışarı çıkmamamız için odanın kapısını kilitlemişlerdi. Yalnızca erkek olanlar okula gönderilmişti. Sadece ben değilim, benim yaşıtım kadınların hepsi cahildir. Bizim gibi cahil olan büyüklerimiz bizi de cahil bıraktılar.

Ani bir karar vererek 'sana okumayı öğreteceğim' dedim. Öğrenmek istersen eğer.

Birden gözleri ışıldadı. Ellerime sarıldı, yüzü gülümsedi. Güldü. Neşelendi. Heyecanlandı. Ardı ardına defalarca sağ ol, sağ ol dedi.

Onun sevinci benim de sevincim olmuştu. Yüreğim genişledi. Huzurun ve mutluluğun o geniş, o yakıcı mutluluğunu yaşadım. Ayrılırken ikimizde heyecanlıydık. Derse başlama gününü, saatini öğrenmek istiyordu. Merakını gidermek için bir hafta sonra başlayabileceğimizi söylediğimde,

— Yok, olmaz, çok geç değil mi, diye sordu. Hemen öğrenmeliyim ve mektubu kendim okuyabilmeli, kendim yazabilmeliyim. Ama akşam olursa iyi olur gündüzleri işlerimiz oluyor biliyorsun.

— Olmaz dedim şaka yollu. Bak eskiden işler için seni okula göndermemişler şimdi de sen aynı nedenlerle yine okumanı erteliyorsun, yine aynı hatanın içine düşüyorsun. Boş versene işlerini okumayı öğrenene kadar…

— Doğru, dedi. Ne büyük hata benim ki. Önce okumayı öğrenmeliyim, mektuplarımı kendim yazabilmeliyim. Boş vermeliyim işlere.

Gözlerindeki tatlı kıvılcımlarından, sevincinden içim ısınmıştı. Bir an önce derslere başlamalı, işi sonuna kadar götürmeliydim. Mektuplarını yazacak hale gelene kadar onu çalıştırmaya olan hevesim daha da arttı.

Ama olmadı işte. Burcu ablayı okumasını öğretemedim. Çünkü bir hafta dolmadan benim görev yerim değişmiş, oradan tayinim çıkmıştı. Geç kalmıştık. Yıllar geçmiş olsa da bu hatıramı unutamadım. O günün sevinci, o günün öğrenme arzusu ve öğretmenin mutluluğu yaşayamadım. O günkü sevinç, hüzünlü bir şekilde yarım kaldı. İçimde acısı kaldı verilen sözü tutamamanın. Yarım kalan o buruk sevinci, yıllardır hep yüreğimde taşıdım. Hayatımda ezikliğini duyduğum bir şeyler var şimdi. Nerede okuyamamış insanlar görsem bu anımı anımsarım ve içimde bir şeyler söner. Ve ben bunun acısını, arada bir duyarım, içim yeniden acır. İstediği halde, okuyamamış insanlara çok üzülürüm. Okumak için birçok şeyden vazgeçen, bir tek okul gömleğini iki çocuğuna girdirip, onlara bir şeylerin yokluğunu hissettirmeyen fedakar annelere hayranlık duyarım. Oysa ben de ne çok istiyordum Burcu ablaya okumayı öğretebilmeyi. Ama olmadı işte, bu arzuma kavuşamadan ayrılmak zorunda kaldım oradan. Tıpkı onun da içinde kalan beyaz gömlek giyme arzusu gibi, bende de bir şeyler eksik ve yarım kaldı. Onun gözlerindeki sevgi ışıltısını da bir harf için kırk yıl köle olmaya değer olduğunu görmüştüm. Çünkü okuyabilmenin ve bilginin değeri hiç bir şeyle ölçülemiyordu,

Ne olursa olsun, çocuklarımızı okutalım. Kendiniz cahil, yüksekokullarda okuyamamış olabilirisiniz. Hatta hiç bir konuda eğitim bile almamış olabilirsiniz. Bu çocuklarınızı okutmama ya da boş verme anlamına gelmemeli. Hatta sizin okumaya, eğitime daha bir önem vermeniz gerekir.

Bunları söylerken, çocuk okutmanın kolay olmadığını elbette biliyorum. Zaten kolay olan ne var ki yaşamda? Her şeyin bir bedeli var. Eğer gelecek için, kendimiz için, çocuklarımız için bir şeyler yapmak istiyorsak elbette bunun zorluğuna katlanmamız gerekecektir. Ve zorlukların sonunda uğraşlarımızın meyvelerini gördükçe mutluluğu yudum yudum içmenin zevkini yaşayacağız. Gelecek Türkiye'nin sahipleri olan çocukları okutabilmek görevimizdir.

Unutmayalım; çocuklarınıza verebileceğiniz en büyük armağan güzel terbiye, ahlak ve eğitimdir. Eğer onları topluma yararlı birer birey olarak yetiştirip, güzel bir yaşam sağlayabilirseniz ne mutlu size. Eğer bunları veremeyip, bunların yerine bir kaç daire, araba bırakmanız hiç önemli değildir. Ve dostlar, çocuklarınızın eğitimi biraz sıkı tutulmalı. Onları, kendi haline bırakmak doğru değil. Onları, kısa yoldan meslek sahibi olsun, para kazansın, evlenip yuvasını kursun diye okullarından ayırmayın. Okumuş insanlara, yüreği sevgi duygularıyla dolu insanlara çok ihtiyaç var. Şartlar ne kadar zor olsa da, çocuklarınızı mutlaka okutmalısınız. Özellikle kız çocuklarının yükseköğrenim alabilmelerinin ne kadar gerekli olduğunu söylemeye gerek yok. Kendi geleceklerini düzenlemeleri, yaşamlarını çalışarak kazabilmeleri ve ekonomik güçlerini kazanmaları, kız çocuklarının geleceklerinde ne kadar önemlidir. Evliliklerde, ayrılıklarda, eşlerin ölümünde ve boşanmalarda bunun önemini daha iyi anlaşılıyor. İşi ve mesleği olmayan kadınlar boşanmanın ardından ya baba evlerine geri dönmek, ya da bir tanıdık veya akrabanın yanına sığınmak zorunda kalıyorlar. Buna da mecburlar çünkü yaşamlarını sürdürecek maddi imkanları yok.

Okumak, okuyarak bilgi sahibi olmak tek gerçek ve tek doğru yol. Hepimiz okuyalım. Okumak için boş zamanı kollamak yerine, zaman yaratalım. Okuyalım ki, bilgilerle kendi bilincimizi bulalım. Duyarak ve kulaktan dolma söylentilerle değil, kitaplardan öğrenelim neyin nasıl olduğunu. Yaşadığımız zaman, bilgi çağıdır. Bilgi her şeyden önemlidir. Paranın miktarı ne olursa olsun, bir yerde bir yerde bitebiliyor. Ama bilgi ve bilimin yolu sınırsız... Bilgili kişiler çoğalsın ki, geleceğin daha güzel olacağını söyleyebilelim.

Türk Ulusunu gerçek Türkçe diline kavuşturan, bizleri cahillikten kurtaran, her şeyin başının eğitim olduğunu bilen büyük Atatürk'e saygı ve şükran duymamak, O büyük insanı, O yüce insanı sevmemek elde değil. Çünkü Atatürk sayesinde birey kimliğimizi kazanmış, kadın erkek ayrımı ortadan kalkmıştır. Atatürk, yaşamın her alanında, uygarlık savaşının daha ilk günlerinde, kadınlara beyaz gömlek giyebilme şerefini vermişti. [Yazarın notu, bu yazı 2000 yılında yazılmıştı.]