Rüyamda, harikalar diyarında bir ağaç gövdesine oturmuş elmamı yerken, okyanus defterime buradaki çiçeklerin ne kadar güzel koktuğuna dair notlar alıyordum.

Sonra kalemi elimden bırakıp avuç içlerime baktım. Papatyalar avuç içlerimde yeşermişti. Onlara su verdim. Gülümsediler. Göz kapaklarımdaki kelebekler avuç içlerimdeki papatyalara kondu. Etrafta çilekten yapılmış evler, çikolatadan yapılmış oyuncaklar ve mantardan merdivenler vardı. Bulutları tutup pamuk şekeri gibi yemeye başladım. Güneş açığa çıkıp bana en içten gülümsemesiyle kucağını açtı. Buraya nereden geldiğimi bile hatırlamıyorum ama çok uzaklardan geldim. Tek bir şarkı ile durmadan koştum. Durmadan, bıkmadan usanmadan. Zamanla tüm bulutlar ağıtlar yakarak yerlere dökülmeye başladı burada. O günden sonra kör olmuştum, etrafımdaki her şeye rest çekmiştim. Ya her geldiğim yeri berbat ve yaşanılmaz bir cehenneme çeviriyorsam dedim. Ya her şeyin suçlusu bensem? İçimi kavruk bir telaş ve pişmanlık kapladı.

Aylar boyu çok uzaklardan karmaşık sesler duydum. Bir türlü cesaret edip gidemedim. Ses, gün geçtikçe bana yaklaşıyor ve yakınındaki her şeyi yakıp kavuruyordu. Bir gün oraya gitmem gerektiğini düşündüm. Daha fazla kayıp veremezdim. Yaşadığım o güzel diyar, kısa sürede cehenneme dönmüştü. Sesin geldiği tarafa yöneldim. Karanlık gün yüzüne burada da çıkmıştı. Acı bir sesle şakaklarımda tarifi imkansız bir ağrı hissettim. Üşüdüm sonra. Karanlıkta hep üşürdüm. İçimde bir şeyler buz tutmuştu. O günden sonra hep karanlıkla savaşıp durdum. Buzlarımı eritmek için bu savaşı kazanmalıydım. Çünkü içimde harikalar diyarı gizliydi. Karanlığın burada ne işi olabilirdi?