Bir orman yanarken sadece ağaçlar değil, sessiz bir halk da yanar: kuşlar, sincaplar, karacalar, uğurböcekleri, toprağın altındaki solucanlar… Ve biz insanlar da sanki ciğerlerimizden biri eksilmiş gibi nefessiz kalırız. Her yaz, haritada alev rengine dönen bir bölgeye hüzünle bakıyoruz. Manavgat, Marmaris, Bodrum, Çanakkale, Hatay… Sanki her yaz, bir başka şehir küle dönüyor. Bizse ekrana yapışıp yangını izliyoruz; dumanı ekranın arkasına geçip odamıza kadar geliyor.

-Peki neden?

-Neden hâlâ ormanlarımızı koruyamıyoruz?

-Neden bu yangınlar bu kadar büyüyor?

-Neden bu kadar geç müdahale ediliyor?

Bazen sabotaj deniyor, bazen ihmal, bazen kuruyan otlar. Ama gerçek şu ki; bu ülke, ormanlarıyla birlikte yanarken, yıllardır aynı senaryoyu yaşıyoruz. Her yıl aynı açıklamalar, aynı yetersizlik, aynı çaresizlik.

-Yangın söndürme uçakları neden yok?

-Neden helikopterler zamanında havalanamıyor?

-Neden orman köylüleri, ellerinde kazma kürekle yalnız bırakılıyor?

Orman yangını sadece bir çevre felaketi değil; bu topraklara olan saygının, doğaya olan vefanın ve yöneticilere düşen sorumluluğun aynasıdır. Ve o aynaya her baktığımızda yüzümüz kızarmalıdır. Bir ağaç kolay yetişmez. 40 yıl, 50 yıl, bazen bir ömür bekler toprak. Ama bir kıvılcım, birkaç saat içinde o sabrı kül eder. Bir sincabın evi yanar. Bir çam kozalağı, bir daha toprağa düşemez. Bir çocuk, yaz tatilinde gördüğü ormanın yerinde artık is kokusu bulur. Ve biz, her defasında, "geçmiş olsun" diyen yetkilileri dinlerken daha da yorgun düşeriz. Çünkü bu sadece bir doğa kaybı değil, vicdan kaybıdır da. Şimdi ormanlarımız suskun. Kuşlar artık ötemez dallar gölge vermez. Ve biz, o sessizlikten bir şeyler öğrenmedikçe; her yaz biraz daha eksileceğiz. Ormanlar cayır cayır yanarken; tek bir soru kalacak geriye:

-Neden yine hazırlıksızdık?