[email protected]

Ülkemizin makro ölçekteki ekonomik verileri; örneğin ihracatı, büyüme hızı, ihracatın ithalatı karşılama oranı vd. göstergeleri; şu günlerde, önceki yıllara göre olumlu olsa da pazarda yaşanan gerçekler, pek de olumlu görünmemektedir.

Ülkemiz, bir zamanlar tarım ve hayvancılıkta, dünyanın önemli üreticilerinden biri olmasına rağmen bugün sektörde geldiği noktanın iyi olduğunu söylemek mümkün değildir. Sanayi ülkesi olmak isterken tarım ve hayvancılık maalesef gerilemiştir. Durum, aslında bir anlamda içler acısıdır. Zira kırk yıl düşünsem, karpuzun dilimle satılacağına asla ihtimal vermezdim. Karpuz gibi meyvelerin dilimle satılmasını, yurt dışında görmüştüm. Ancak bizde de satılır oldu…

Özellikle yetmişli yıllarda: 'Gıda üretiminde dünyada kendi kendine yeten, yedi ülkeden biriyiz' ifadesi, çok sık dile getirilirdi. O dönemler, ülkemizin daha çok tarıma ve hayvancılığa dayalı bir ekonomisi vardı. Rusların kurduğu, bez ve maden üretimine dayalı birçok fabrikanın bedeli, narenciye gibi ürünlerle ödenmişti. Bugün ülkemizde yetiştirilen meyve ve sebzeler, kendi insanımız için deyim yerindeyse adeta ateş pahası ve el yakar olmuştur…

Konut ve otomobil fiyatları, ev kiraları yanılmıyorsam yetmişli yıllarda da yüksekti. O zamanlar ev ve araba sahibi olmak, zenginlik ölçüsüydü. Günümüzde artık bunlara sahip olmak, o günlere kıyasla pek de zenginlik ölçüsü sayılmasa da fiyatları tekrar (izafi olarak) o dönemler kadar artmıştır. Yüzüne bakılmayan, çok düşük fiyatlarla bile satılamayan, ev ve arabaların yanına varmak artık zorlaştı. En sıradan otomobiller 150 bin TL'den; en vasat konutlar ise 600 bin TL'den başlayan fiyatlarla satılmaktadır. Bunu kim, nasıl ve hangi parayla alacak; alsa da nasıl ödeyecek? Bilmek mümkün değildir… Ancak başka bir gerçek de söz konusudur. O da hali vakti yerinde ve geliri iyi olan, parasını zamanında döviz ve altın gibi yatırım araçlarına yatıran, paraya para demeyen önemli bir kesimin de varlığıdır. Onlar normal yaşantılarına devam etmekte, bir şey olmamış gibi hayatlarını sürdürmektedir. Hatta alım gücünün arttığını bile iddia etmektedirler.

Bu noktalara nasıl gelindi? Sorusunun birçok yanıtı söz konusudur. Öncelikle salgın ve sonrasında, tüm dünyada, üretimde önemli daralmalar oluştu. Bilindiği gibi herkes eve kapanmak zorunda kaldı. İşler evden yürütülmeye çalışıldı. Bu da ekonomik ifadeyle arzın daralmasına neden oldu. Üretim girdileri talebi karşılayamadı ve birdenbire önemli oranda değer kazandı. Salgın bu noktada küresel ekonomiye ciddi darbe vurdu. Bunda Çin'in de etkili rolü oldu. Salgın, dünyadaki üretimin önemli bir kısmını karşılayan bu ülkeye de ciddi darbe vurdu. Dolayısıyla dış dünyadaki üretim daralması ve tedarik zincirlerinin kırılması, bizim gibi ülkeleri adeta sarstı. Zira üretimimizin (hatta ihracatımızın) önemli bir kısmı bile ithalata yani ithal mallara (hammadde ve yarı mamullere) bağlı olarak gerçekleşmektedir.

Tüm bunlar dış etkiler olarak ifade edilmektedir. Bir de içerdeki makroekonomik dengelere (veya dengesizliklere) bağlı gelişen sonuçlar da söz konusudur. Başta gıda olmak üzere konut gibi hemen hemen tüm alanlardaki arz (üretim) daralması, dışardan gelen sert dalga ile birlikte ekonomimizi oldukça sarstı. Tüm dünyada tasarrufu özendirmek adına (politika) faiz artarken üretimi ve dolayısıyla da ihracatı artırmak gayesiyle ülkemizde artırılmaması; döviz, altın ve gayrimenkule olan talebi artırmıştır. Bu durum diğer tasarruf araçlarının da fiyatlarının ani fırlamasına ve sonuçta ekonomik yapının bozulmasına neden olmuştur. Merkez Bankası Başkanının açıkladığı gibi üretim yapma vaadi ile ucuz Türk Lirası kredisi alıp, sonrasında bunu dövize çevirenler de dövizin artmasında etkili olmuştur.

Uzun süre Türkiye Kalkınma Bankası gibi bir kurumda çalışmış biri olarak ülkemizdeki bazı fırsatçıların da dengelerin bozulmasında etkili rol oynadığını, ifade edebilirim. Örneğin hükümetin vatandaşa ucuz konut kredisi vermesi açıklanır açıklanmaz, sektörde rol alan bazı aktörler, konut fiyatlarını birden bire iki kat artırmıştır. Salgının başında 25 kuruş olan maskelerin, sonrasında 5 liraya satılması da benzer eylem kapsamındadır. Bu bakımdan bir yetkilinin yabancılara açıkladığı gibi 'ülkemizdeki enflasyon veya hayat pahalılığında, kültürel faktörler de etkilidir' ifadesi, doğru bir tespittir.

Benzer olayları, yetmişli yıllarda da görmüştük. Yağ, pirinç, yakıt (tüp) gibi temel tüketim malları, stoklanarak karaborsalarda satılırdı. Ülkemizde bu manada fırsatçılık maalesef yaygın bir davranıştır. Bu da bilinen bir gerçektir. En küçük fırsatı değerlendirme, alışkanlık haline gelmiştir. Kimse kimseyi düşünmemekte; herkes mal, mülk peşine düşmektedir…

Malların fiyatları artarken alım gücünün de arttığı iddiası, ekonomik olmaktan ziyade siyasidir. İddia, fiyatların talepten kaynaklı artması durumunda belki geçerlidir. Halbuki pek çok malın özellikle temel maddelerin fiyatı talepten kaynaklı değil, girdi (hammadde) ve enerji maliyetlerinin artmasından kaynaklı olarak artmıştır. İnsanların enflasyon artışı beklentisine girerek talebi artırması da fiyatların artmasını desteklemiştir.

'Fiyatları Allah belirler' ifadesi doğal koşullarda elbette doğrudur. Zira kainattaki madde (eşya) ve enerji sabitlenmiştir. Eşyayı ve enerjiyi sabitleyen Allah, kuşkusuz fiyatların oluşumunda da etkilidir. İklimsel ve coğrafi koşullara bağlı olarak bilhassa tarımda üretimin artması veya azalması, fiyatların oluşumuna mutlaka yansıyacaktır. Zira fiyat, alan ile satanın birleştiği noktadır. Ancak piyasada kurgusal (spekülatif) eylemler, tekelleşmeler ve stokçuluk gibi oluşumlar varken fiyat artışlarını Allah'a bağlamak, iftiradır.

Son tahlilde aslında olan, daha çok toplumdaki gelir seviyesi açısından, en alt gruptakilere olmaktadır. Yükselen hızlı enflasyon karşısında, en çok ezilen onlardır. Sektörde rol alan aktörlerin bu konuda sorumluluğu da fazladır. Hz. Muhammed daha çok kazanma adına fiyatı artıranların akıbetini, bin dört yüz yıl önce bildirmiş; yöneticileri de uyarmıştır…