Osmanlı yöneticilerinin sadece asker ve vergi almak için anımsadığı Türk köylüsünün durumu perişandı. Şöyle ki: 'Halkın % 80'i toprak ekonomisine bağlıydı. Köylerde elektrik, akan su, kanalizasyon yoktu. Tarım sabanla yapılıyordu. Yapay gübre kullanılmıyordu. Küçük sulama tesisleri azdı. Köylerden çoğuna yollar yoktu. Küçük çiftçi ürününü pazarlayamıyor; aracılara sömürülüyordu. Tefecilerin eline düşen köylüler, varlıklarını zor kurtarabiliyordu. Köylü, kendi çevresine kapanmıştı, iktisadi güvenliğini ağa himayesinde arıyordu. Yaşam biçimi, kişisel ekonomiydi. Köylü ürettiğinin büyük bölümünü kendi tüketiyordu. Toprakla geçinenlerin çoğu, ilaç ve giysi alabilecek ekonomik güce sahip değildi. Kentlerde yaşayanlar, köylüyü hakir görüyorlar; köylünün bilgisiz, anlayışsız ve kaba olduğunu sanıyorlardı (Prof. Dr. Feridun Ergin, K. Atatürk, s. 189).'

Sözün kısası, 'Türkiye bir köylü ülkesiydi. Çiftçi ülkesi olamamıştı. Köylü, yaşamını en basit düzeyde, en basit tarımla sürdürüyordu. Basit kalmayı kader gibi izlemekteydi. Bu nedenle ya verimsiz ya da çok düşük bir verim düzeyini aşamazdı (Bilsay Kuruç, M. Kemal Dönemi'nde Ekonomi, s. 451).'

Türk köylüsünün bu durumu bir kader değildi. Yüz yıllardır ihmal edilmişliğin, sadece asker ve vergi için anımsanmanın, bilgisiz ve sahipsiz bırakılmanın horlanmanın sonucuydu. Atatürk, bu ihmal edilmişliği şu çarpıcı özlerle ortaya koymuştur:

'Osmanlı Devleti'nin yöneticileri, ekonomiye yeterince önem vermemişler; iç örgütlerini ve politikalarını, dış politikalarına göre düzenlemişlerdi. Oysa dış politika, iç örgüte ve iç politikaya dayanmak zorundadır. Osmanlı yöneticileri, ele geçirdikleri geniş topraklarda yaşayan farklı toplumları elde tutabilmek için, onlara çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. Devletin asıl ögesi, temel insanı yani ulusumuz, seferler peşinde koşturulmuş; ele geçirilen yerlerde bekçilik yaptırılmış; ulus, kendi evinde, kendi yurdunda, kendi gerçek yaşamsal araçlarını elde etmek için çalışmaktan tümüyle mahrum kalmıştır. Öz yurdumuz ihmal edilmiştir (ASD II, s. 105-106).'

Atatürk ve silah arkadaşları yurdu işgalden, ulusu yok olmaktan kurtardıktan sonra Cumhuriyeti ilan etmişlerdir. Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk'ün ele aldığı ilk iş ekonomi ve Türk köylüsüdür. O, diyor ki: 'Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici ve yetiştirici olan köylüdür. O halde her şeyden daha çok refaha ve mutluluğa, servete layık olan köylüdür (ASD II, s. 240).'

'Ulusal iktisadımızın temeli tarımdır. Bunun için tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, amacımıza erişmeyi kolaylaştıracaktır. Bunun için ciddi etütlere dayalı bir tarım politikası belirlemek, her köylünün ve tüm yurttaşların kolayca kavrayabilecekleri bir tarım düzeni kurmak gerekir. Topraksız çiftçiye toprak verilmeli, toprakların bölünmesi önlenmeli, büyük toprak sahiplerinin toprakları sınırlandırılmalı, çiftçinin iş araçları geliştirilmeli; öküz yerine beygir, saban yerine pulluk, büyük çiftliklere traktör önerilmelidir.'

'Tarımsal ürünlerin miktarını ve kalitesini yükseltmek; masrafları azaltmak, hastalıkları ve bunların düşmanlarıyla uğraşmak için gereken teknik ve yasal her türlü önlem alınmalıdır (ASD I, s. 412-413).'

Görüldüğü gibi Atatürk'ün ve 'Cumhuriyetin en önemli hedefi köylüyü çiftçi yapabilmektir. Üretimi meslek edinebilen, ne ürettiğini bilen, daha iyisini nasıl üreteceğini düşünebilen, yaşamını artık buna göre yönlendiren çiftçi, bilinçli tarım üreticisidir (B. Kuruç, age. s. 451).'

Atatürk'ün köylüyü ve çiftçiyi kalkındırmak için, Ziraat Bankası küçük çiftçilere kredi kolaylığı sağladı. Faiz indirimi yapıldı. Tarım Kredi Birlikleri ve Kooperatifleri yasaları çıkarıldı. Traktör kullanılması özendirildi, pulluk dağıtıldı, örek çiftlikler, fidanlıklar kuruldu. Tarım uzmanları ve öğretmenleri yetiştirmek için kurslar ve okullar açıldı (Prof. Dr. F. Ergin, age. s. 190).'

Atatürk, Türk köylüsünün sadece ekonomik kalkınması için çaba harcamadı. Köylünün bilgisizlikten kurtulmasın için de gerekli atılımları attı. Çünkü Osmanlıdan kalan eğitim ve okullar da yetersizdi. Söz gelimi 40 bin köyün 35 bininde okul yoktu. Okuryazar oranı % 10'un altında idi. Çünkü Arap yazısının yazılması da okunması da zordu ve Türkçenin ses özelliğine uygun değildi.

Var olan okullardan 650 dolayında öğretmen çıkıyordu. Emeklilik, ölüm, istifa gibi nedenlerle 300-350 öğretmen artışı sağlanıyordu. Bu durumda Cumhuriyet yönetimi, 35 bin köye ancak 100 yıl sonra öğretmen gönderebilecekti. Bu nedenle daha kolay ve uygulanabilir yollar gerekliydi. İlk önce Arap yazısı yerine Latin kökenli (aslında Türk kökenli olan) bir abece hazırlandı ve 1 Kasım 1928'de kabul edildi. 11 Kasım 1928'de Ulus Okulları Örgütü oluşturuldu; okuma yazma kursları açıldı, ülke tümüyle bir açık okul durumuna getirildi. Dört yıl gibi bir süre içinde okuryazar sayısı 2,5 milyonu geçti.

Atatürk'ün buyruklarıyla 1936'da Eğitmen Kursları açıldı. Bu kurslarda başarılı olan eğitmenler köylere gönderildi, bunlar üç yıllık okullar açarak okuma yazma ve gerekli bilgiler öğrettiler. Eğitmen Kursları uygulamasının başarılı olması, Köy Öğretmen Okullarının açılmasını sağladı. Eğitmen Kursları ve Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitülerinin temelini oluşturmuştur.

Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, 40 bin köydeki okul çağına gelmiş çocuklarımızın okuryazarlık sorunu tümüyle çözülmüş olacaktı.

Günümüzde Atatürk'ün köylüye ve çiftçiye verdiği değer göz ardı edilmekte; çiftçiler ve gerçek üretici olan köylüler unutulmuş gibidir. Nitelikli ürün elde etmeleri için özendirmek, desteklemek yerine, dışarıdan aynı ürünler daha pahalıya ithal edilmektedir Çiftçinin masrafları artıkça ürünler para etmez olmaktadır. Çiftçi, köylü tıpkı Osmanlı Dönemi'nde olduğu gibi perişandır. Ziraat Bankası ve Tarım Kredi kooperatifleri çiftçinin iş araçlarına el koymaktadır.

Köylü, işçi, esnaf yaşayabilmek için gerekli olan gereksinmelerini, borç alarak karşılamaya çalışmakta; borcunu borçla kapatmaktadır. Devleti yönetenler, üretime yeterli destek vermedikleri içine elde edilen üretim, gereksinmeleri karşılayamaz duruma gelmiştir. Bunun için de dış ülkelerden her türlü ürün ithal edilmektedir. İthalat için yeterli döviz olmadığından yabancı bankerlerden yüksek faizle döviz alınmaktadır. Devlet de borcunu borçla kapatma yolunu seçmiş görünmektedir.

Diğer yandan köy okullarının çoğu kapatılmış, taşımalı eğitim diye ucube bir yönteme geçilmiştir. Köyün ve köylünün yerinde aydınlanması ve kalkınması uygulaması sonlandırılmış, köylü sahipsiz bırakılmıştır. Unutmayalım: TAŞIMA SU İLE DEĞİRMEN DÖNMEZ. Tek bir öğrenci olsa dahi köy okulları yeniden açılmalı, bayrağımız okulların gönderinde dalgalanmalı, köylümüz sahipsiz bırakılmamalıdır.

İstanbul köylerinden birinde yaşayan Halil Ağa'nın öküzüne vergi borcundan dolayı el konulması üzerine Atatürk şöyle diyor, başbakan ve bakanlara: 'Biz Cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık. Halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var. Bunlar Halil Ağa'nın öküzünü vergi borcundan dolayı satıyorlar, yaptıklarının ne olduğunu bilmeleri gerekir. Halil Ağa'nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar( İsmet Bozdağ, Atatürk'ün Fikir Sofrası, s. 44).'

Cumhuriyet, halkla beraber ve halk için, halktan yana bir yönetimdir. Cumhuriyet, halka karşı değildir. Çiftçiyi, köylüyü, işçiyi, esnafı perişan etmek için kurulmamıştır. Bir devlet, kendi çiftçisini, kendi köylüsünü nitelikli üretim yapabilmesi için desteklemez ise dışa bağımlı duruma gelir. Dışa bağımlılık, yeni kapitülasyon demektir. Unutulmasın: YARDIM ALAN, EMİR DE ALIR.

Köylümüzün, işçimizin, esnafımızın bolluk ve gönenç içinde yaşayacağı, Atatürk'ün köylüye, çiftçiye verdiği değer gibi değer göreceği günlerin gelmesi dileğiyle Cumhuriyetimizin kurucusu, 'Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici ve yetiştirici olan köylüdür. O halde her şeyden önce daha çok refaha, mutluluğa, servete layık olan köylüdür.' diyen Atatürk'ü ve çağdaş cumhuriyet için emeği geçenleri saygıyla anıyorum. Ruhları şad, mekanları Cennet olsun.