İnsan, hafızasının sandığından çok daha kırılgan bir varlıktır. Yaşanan her şey, sanki ruhun ince bir perdesine işlenir; güzel anılar renkli nakışlar gibi dururken, acılar koyu lekeler bırakır. Bazen bir bakış, bazen bir koku, bazen de sokaktan geçen tanıdık bir şarkı, yıllar önce yaşanmış bir acıyı olduğu gibi karşımıza çıkarır. Kalp, o anı yeniden yaşar; tıpkı dün olmuş gibi, tıpkı yara hâlâ taze gibi biz, hatırlamanın bir erdem olduğuna inandırılmışız. “Unutma” deriz, “hatırla” deriz, geçmişi diri tutarız. Ama kimse bize şunu söylemez: Bazen unutmamak, kendi kendini yaralamaktır. Hafızamızda sakladığımız her kırık, her ihanet, her yarım kalmış söz, kalbimizin raflarında durdukça ağırlaşır. Ve biz, o yükün altında sessizce eziliriz. İşte tam da burada unutmak, hafızanın kusuru değil; kalbin merhemi olur. Hatırlamayı yücelttiğimiz kadar unutuşun da kıymetini bilsek, belki de hayat çok daha hafif akardı üzerimizden.
Oysa ki unutmak, hafızanın ihaneti değil, ruhun kendi yarasını sarmasıdır. Bazı acılar vardır ki, üzerinden yıllar geçse bile sesini duyarsın, kokusunu hissedersin. O anın içine sıkışıp kalmış gibi… Kalbin, geçmişin taşlarını hâlâ sırtında taşır. İşte o noktada unutmak, hafiflemek demektir. Bir acının yüzünü silmek değil, ona baktığında artık canının yanmaması demektir. Unutmak, affetmek zorunda olmak değildir. Bazen sadece, kendi kalbini hayatta tutmak için bir savunma mekanizmasıdır. Çünkü sürekli aynı yarayı kaşımak, kanamayı durdurmaz; aksine daha derin izler bırakır. Belki de unutmaktan korkmamızın sebebi, “ya bir gün onu hatırlayacak kimse kalmazsa” endişesidir. Oysa unutmak, tamamen yok etmek değil, acının gölgesini küçültmektir. Onu bir kenara bırakıp, güneşin sıcaklığında yeniden yürüyebilmektir. Ruh, tıpkı beden gibi iyileşmeyi bilir. Yeter ki biz, unutmaktan utanmayalım. Çünkü bazen en büyük iyilik, kendimize verdiğimiz izindir: Bırak gitsin… Bazı şeyler, ancak unutarak yaşanabilir.