Kültür & Sanat

Kültür & Sanat Haberleri

Dağıstanlı’dan yakın tarihe gerçekçi bakış: Yanık Dere 1915

Emre ERTÜRK 02.01.2019 09:31

Eğitimci-Yazar Mehmet Dağıstanlı, 1915 olaylarını yansıttığı “Yanık Dere 1915” romanı; üslup bakımından “gerçekçi”, konu bakımından da “tarihsel” bir özelliğe sahip değerli bir eser. Son baskısı 670 sayfadan oluşan bu hacimli çalışma, önemli bir arşiv belge niteliğini de taşıyor. Eğitimci-Yazar Mehmet Dağıstanlı ile “Yanık Dere 1915”in hikayesi üzerine söyleştik…

 

Eğitimci Yazar Mehmet Dağıstanlı kaleme aldığı Yanık Dere 1915 adlı kitapta, Osmanlı'nın Kafkas Cephesinde yaşananların bir kesitini romanlaştırarak gözler önüne seriyor.

 

- Sayın Dağıstanlı, yakın tarihimizle ilgili iki kitap yayınladınız. İlki ‘Yanık Dere 1915- Erzurum’ diğeri de Milli Mücadeleye katılmış, korkusuz kadın mücahide Fatma Seher’in hayatını anlattığınız ‘Ben Kara Fatma’ romanı. Sizinle bu romanlara geçmeden önce kısaca kendinizi okurlarımıza tanıtır mısınız?

 

Mehmet Dağıstanlı: Hayhay… Öncelikle gazetenizde bana da söz hakkı verdiğiniz için teşekkürlerimi sunuyorum. Benim ulu dedem Kafkasya göçmenidir. Dağıstan’ın Quba kentinden göç etmişler. Ben Erzurum’da doğdum. Eğitimciyim. Çeşitli okullarda yıllarca Edebiyat öğretmenliği yaptım. Uzun yıllar tiyatroyla uğraştım. Halen oyun yazarlığına devam ediyorum. Eğitimci- yazarlığımızın yanında, yine eğitimci sanatçı arkadaşlarımızla “EĞSAD” adlı Eğitimci Sanatçılar Derneği’ni kurduk. Şu anda derneğin başkanlığını yürütüyorum. Okullarda, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında, Dernek ve Vakıflarda ‘Türkçemiz’, ‘Kara Fatma’ ve ‘Yanık Dere romanlarımla ilgili söyleşi ve konferanslara konuşmacı olarak katılıyorum. Kısaca bu şekilde özetlenebilir.

 

- Neden yakın tarih? Neden bu coğrafya? Neden hep savaşlar?

 

Evet, can alıcı ve kapsamlı bir soru bu.
 

Anadolu, on iki bin yıl öncesinde kurulan ‘Göbeklitepe’ medeniyetinden tutunuz da Sakalar’a, Huriler’e,  Urartular’a, Asurlar’a, Medler’e, Persler’e, Roma’ya, Bizans’a, Sasaniler’e ve daha isimlerini bilmediğimiz nice uygarlıklara ev sahipliği yapmış; paylaşılamayan büyük ve eşsiz bir toprak parçasıdır. Bu cazip toprak parçasının en önemli tarafı da siyasi, askeri, ekonomik, dini, tarihi, coğrafi, kültürel yönlerden; yer altı ve yerüstü zenginlikler bakımından dünyada eşi benzeri olmayan bir yerde oluşudur. Dünya uygarlıkları bu topraklarda kurulmuş ve bu topraklardan her tarafa yayılmıştır. Anadolu, bu zengin yapısından dolayı, özellikle ‘Büyük Güçler’ tarafından ele geçirilmek istenen önemli bir dünya merkezidir. Bu özellik, dün de böyle idi bu gün de böyle.  Şöyle de denilebilir: Anadolu’ya sahip olan Büyük Güçler, dünyayı kendi eksenleri etrafında rahatlıkla çekip çevirebilir.
 

Bu kadim kültürlerin kurulduğu, yaşadığı, yayıldığı, dünya cazibe merkezi Anadolu’nun her noktası, bu gün dahi bilinmeyenlerle doludur. Yıllardan beri yapılan tarihi kazılar günümüz insanını hayrete düşürüyor; yeni bulgular yeni uygarlıkların habercisi oluyor. Dünya ortak mirası olan bu toprakları ve tarihi her kalıntıyı Anadolu insanı gözü gibi korumalıdır. Baştanbaşa bir müze olan bu topraklar uygarlıklar tarafından her el değiştirmede büyük yıkımlara uğramıştır. Ya eserler yıkılmış, tahrip edilmiş ya da kimi eserler ülke dışına çıkarılmıştır. Şüphesiz savaşların hiç eksik olmadığı bu topraklarda, böylesine hazine değerindeki eserleri korumak, kollamak da çok zordur.
 

Toprağının her karışı tarihi hazine olan Anadolu ne yazık ki bu savaşları günümüzde de yaşamaktadır. Sınır komşumuz olan önce Çarlık Rusyası daha sonra Sovyetlerle yıllarca süren savaşlar yapılmıştır. Kim kazandı derseniz; bu savaşlarda sadece kaybeden vardır, onlar da şu anda toprağın kara bağrında yatmaktadırlar.  Rusya’da Çar yönetimi sürekli Osmanlıyla savaş halindedir:   1828 yılında ilk işgal yaşanmıştır. Erzurum nüfusu yaklaşık 130 binden 15 bine inmiştir. Hemen arkasından 1856 yılında Kırım Savaşı çıkıyor, Erzurum yine savaşın içerisinde, 1877-78 yıllarında  93 Harbi dediğimiz kanlı savaş Erzurum’u yine perişan etmiştir. Bilindiği gibi Ayastefanos  Barış Antlaşması ile 93 Harbi bitirilmiştir. Bundan daha kanlısı I. Dünya Savaşı’nın devamı olan 1914-1915 Sarıkamış Harekatında yaşanmıştır. Ruslar bu cephede ilerlemiş 1916 yılında Erzurum’u ele geçirmiştir. Unutulmaması gereken şudur ki Rusların asıl hedefi Anadolu’nun tümü ve İstanbul’u işgal etmektir. İşte neden yakın tarih? Neden bu coğrafya? Neden hep savaşlar? Sorularının altında yatan budur. Yani zengin bir kültürel miras ve bu mirası ele geçirmek isteyen ‘Büyük Güçler’.
 

E biz de bu toprakların insanı olduğumuz için ve yukarıda sıraladığım savaşları bizzat yaşayan bir ailenin ferdi olduğumuz için, bize de romanlarla olsun tiyatro eserleriyle olsun anlatmak düşüyor. Hem ‘Yanık Dere’, hem de ‘Ben Kara Fatma’ romanları, bu dönemlerin romanıdır.

 

Erzurum'un doğusunda yer alan Yanık Dere.

 

 

- Peki ‘Yanık Dere 1915’ romanı nasıl yazıldı Mehmet Hocam?

 

Mesleği eğitimci, branşı ‘Edebiyat’ olan bir kişi olarak Kemalettin Tuğcu serisi, öğrencilerimize tavsiye edebileceğimiz ilk ve önemli adımdı. Rahmetli Tuğcu ile Çengelköy’deki evinde tanışıp, konuştuğumda bu düşüncemi ona da söylemiştim. ‘Doğru, demişti, sizin gibi bir çok öğretmen bunu bana söyledi.’ İlk adım güzel ama hüzünlü atılmıştı. Benim ise çocukluğumda ilk okuduğum kitap ‘İnce Memed’ romanıydı. Büyük bir zevkle, şevkle okumuştum. Romanda anlatılanlar yaşadığımız yöre ve yörenin insanı ile örtüştüğü için roman çok çabuk bitmişti.

Öğretmenlik yıllarımda Samipaşazade Sezailer, Namık Kemaller, Halit Ziyalar defalarca elimden geçmiş adeta ezberlemiştim. Reşat Nuri bana çok keyif verirdi. Her şey kıvamında anlatılmıştı. Nihal Atsızlar, Orhan Kemaller bu roman okuma zevkini bir tık ileri götürmüştü. Ben Türk romanlarını ve Türk romancılarını çok sevmiştim. Halen daha okur zevk alırım. Ne oldu bilmiyorum roman beni içine çekti! Artık roman okurken kişileri, kahramanları, mekanları, kıyafetleri, betimlemeleri, ruhsal analizleri sorgulamaya başladım. Her romanda edebi akımları arar oldum. Yerli yabancı fark etmiyordu. Beni en çok etkileyen realist ve naturalist akımları satır satır aramaya başladım metinlerde.

Nabizade Nazım’dan Jean Paul Sartre'a kadar, Victor Hugo’dan Tanpınar’a kadar her romancı benim için çok önemli yapı taşlarıydı.

Öğretmenlik öncesi çok emek verdiğim tiyatro oyunları, sahne çalışmaları, oyun incelemeleri, karakterler, tipler, mekan derken ilk tiyatro oyunumu yazmaya başlamıştım. Yıllar içerisinde dört tiyatro oyunumu yazdım ve sahneledim. Tabi bu arada olmazsa olmaz öykü çalışmaları, şiirler bizim gibi yazar adayını bir hayli pişirmiş oluyor. Tam olgunluğa erişilmiş olunmasa da bir kıvılcım sürekli yanınızda dolaşıyor.
 

O yıllar bir araştırma içerisindeydim. Doğduğumuz, yaşadığımız bölge Osmanlı Devleti’nin Kafkas Cephesiydi.  Bu cephede Ruslar- Sarıkamış Savaşı da dahil- dört kez savaş başlatmış; kimi galip gelmiş kimi mağlup olmuş kimi de anlaşmalarla geri çekilmişti. Ancak işin ilginç tarafı bu işgaller, bu savaşlar tarih kitaplarında ya yüzeysel anlatılmış ya da tarihlere, sebep- sonuç maddelerine boğularak anlaşılmaz hale sokulmuştu. İşin özü, çayın demi, kahvenin köpüğü anlatılmamış sürekli sıkıcı tarihi bilgilerle sayfalar doldurulmuştu. Zaten öğrencilerin hatta bazı tarih öğretmenlerinin tarih kitaplarını sevmeyişi bu yüzden değil midir? İşin daha da ilginç tarafı bu, hem muhteşem hem de hazin tarih sayfaları hiçbir görsel ve sanatsal sahada ifade edilmemişti. Bu yaklaşık iki yüz yıllık Türk Tarihi, Türk sanatçıları tarafından ne resmedilmiş, ne romanlaştırılmış, ne tiyatroya ve ne de filme aktarılmış. Sözgelimi, 93 Harbi dediğimiz o bizim onur mücadelemiz, Rus ressamlar tarafından canlandırılmış. Son yıllarda ressam arkadaşım rahmetli Haluk Güçlü’nün birkaç çalışması olmasa, başka eser yok diyeceğim. Tiyatro da öyle… Bu güne kadar hiçbir tiyatro oyununda, birkaç amatör çalışma hariç, Türk-Rus ilişkileri sahneye taşınmamış. Ne yazarlar taşımış, ne Şehir Tiyatroları ne de Devlet Tiyatroları. Keza sinemada da aynı duyarsızlık var. Yine elimize yüzümüze bulaştırdığımız, Nene Hatun’la ilgili bir deneme hariç biz kendi tarihimizi beyaz perdeye de taşıyamamışız. Asıl anlatmak istediğim roman ise içler acısı. Elimizde belge mahiyetinde 93 Harbini anlatan, Mehmet Arif Beyin ‘Başımıza Gelenler’ eseri hariç hiçbir roman çalışması yoktur. Türk-Rus ilişkileri Kurtuluş Savaşında da istenilen ölçüde güzel sanatlar ve görsel sanatlarla anlatılmamış. Birkaç tane duyarlı sanatçılarımızın, günümüzde önem kazanan Çanakkale ve Sarıkamış Savaşlarıyla ilgili yaptığı film, roman ve sahne oyunu çalışmaları bizleri mutlu etmiştir. Gönül arzu ederdi ki bu çalışmalar uluslar arası bir boyuta taşınabilsin. Benim bahsettiğim kıvılcım buydu.
 

1914 yılından itibaren Çarlık Rusyası Anadolu’ya girmek istiyor. 16 Şubat 1916 tarihinde Erzurum Ruslar tarafından işgal ediliyor; ve hiç gitmeyecekmiş gibi yerleşiyorlar. O günler Kafkaslar karışık, Sovyet ihtilali ile Ruslar Türk topraklarından çekiliyor. Yerlerini silahlı Ermeni çetelerine bırakıyorlar. Ta ki Kazım Karabekir Paşa ve ordusunun 12 Mart 1918 tarihinde Erzurum’u ele geçirinceye kadar. Tarih böyle yazıyor. Bu bilgileri, bilimsel olarak yazılmış tarih kitaplarından okuyoruz. Keza bu konuda yine yüzlerce makaleler var, tezler var, araştırmalar var. Ancak, ne yazık ki yine yaşanan bunca tarihi olayı filme çekememişiz, yine tiyatro sahnesine aktaramamışız ve yine yazılı bir tek dahi romanımız yok! Oysa uluslar arası boyutta roman yazarımız, sinema yönetmenimiz, tiyatro sahneye koyan sanatçılarımız olmasına rağmen tarihimizin bu sayfasını uluslar arası boyuta taşımamışız, taşıyamamışız. İşte benim yanımda çakan kıvılcımı ben böyle fark ettim ve kolları sıvamaya başladım. Bu arada hemen bir parantez açmak istiyorum: Düşünün, bütün bu olaylar, Hollywood yapımcılarının veya Avrupa film yapımcılarının elinde olsaydı bilmem kaç tane film yapmazlar mıydı? Ve bu filmleri dünyaya pazarlamazlar mıydı? Bana göre işte asıl sıkıntı burasıdır.

 

Şimdi gelelim ‘Yanık Dere’ romanının yazılış aşamasına:
 

Yüzlerce yerli yabancı belge topladım. Genelkurmay ve Osmanlı arşivleri, yazılan doktora tezleri, makaleler, gazete ve dergi yazıları, Dergah Yayınlarınca basılmış Erzurum incelemeleri, Ermeni ve Rus yazarlar tarafından kaleme alınmış eserler, o günleri bizzat yaşamış insanların tuttukları notlar, mektuplar; Türk Üniversitelerinin akademisyenleri tarafından araştırılan eserler ve bizlere aktarılan canlı tanıkların ifadeleri, kaleme aldığım ‘Yanık Dere- 1915’ adlı romanın temelini teşkil etmiştir. Bu geniş kaynak içerisinden bir roman kurgusu yaratmak elbette kolay bir iş değildi. Ama benim işimi kolaylaştıran 1915 olaylarını yaşayan insanları benim bilmemdi. Ben o insanları çok iyi biliyordum. Onlar bizim için çok önemli roman kahramanlarıydı. Onlar tarihimizin en sahipsiz direnişçileriydi; onlar yokluk içerisinde karşılarındaki acımasız devle mücadele ettiler. Zaten romanda kahramanlarım hazırdı, onların hepsi yaşayan insanlardı, kahramanlarımın ruhsal yapılarını da biliyordum; fakat asıl olan kahramanın konu içinde anlatılan çatışmasıydı ve bunu başarmamız gerekiyordu. Mekan gözlerimin önündeydi. Bölgeyi yakından bilmem: iklim, araç- gereç, kılık- kıyafet, yer betimleri, coğrafi şartlar gibi ayrıntıları anlatmamda işimi çok kolaylaştırmıştı.
 

Elbette bir romanda dikkat edilmesi gereken çok önemli dönemeçler var. Bence bunlardan en önemlisi romanda kullanılan dildir. Ben Türkçe aşığı bir insanım. Saf, temiz, arı- duru bir Türkçe olsun isterim. Dilin ahengini, akıcılığını bozmadan yaşayan Türkçeyi kullanmaktır amacım. Türkçenin zengin deyim ve atasözü arşivi var. Bu arşivden yararlanmak istedim. Yine akıcılığı bozmadan yerel ağız örneklerini kulandım.
 

Üslup- edebi akımlara göre- bakımından Yanık Dere, ‘gerçekçi’  roman, konusu bakımından ‘tarihsel’ romandır diyebiliriz.

Romanın son baskısı 670 sayfa. Bu çok hacimli bir çalışma. Okurlar arasında şikayet edenler oldu elbette. Ancak bölgeyi bilen, yaşı yetmişin üzerinde okurlarım: ‘Ben bu romanla Erzurum’daki olayları öğrendim!’ diyenler de var.

 

- Peki, sayın Dağıstanlı, neden Yanık Dere ismini verdiniz?

 

Bu soruya romanın arka kapak yazısıyla cevap vermek isterim.
 

Yanık Dere, Erzurum’un doğusunda, Aziziye Tabyaları’nın batısında, Tabya ile şehir arasında Palandöken dağlarından süzülerek akan suyu şehre getiren ince, sıradan bir deredir. Benim çocukluğumun geçtiği yerlere yakındı burası. İlkokul yıllarında sevgili öğretmenlerim bizi derenin bulunduğu yere götürüp: “İşte burası Yanık Dere’dir.” dediler. Anlattılar neden Yanık Dere olduğunu; ama biz bir şey anlamadık o yıllar. Fakat içimde, hafızamda hep bir Yanık Dere kalmıştı ne olduğunu tam bilmeden. Hafızamda bir de Mahallebaşı semtinde ‘Fransız Hastahanesi’ kalmıştı. O da ilkokulu okuduğum Mahallebaşı’nda hemen okulumuzun karşısındaydı. Üç katlı, yıkık, yer yer yanık izleri olan ve sadece duvarları ayakta kalan harabe, taş bir bina. Sonra nenemin kardeşinin Ermeni askerlerince sandıkta süngülenişi anlatılırdı çocukluğumda. Çocukluğumda o eve her gidişimde o sandığı görürdüm. Sonra duyduklarım ve okuduklarım: on bir kişinin idamı, Gürcükapısı’nda Seyidov ve Belediye Başkanının katledilmesi, Ezirmikliler, evlere, odalara, ahırlara doldurularak katledilen insanlar…

Bütün bunlar beni tekrar Yanık Dere’ye götürdü. Ermeni askerlerin türlü bahanelerle şehirden topladıkları Erzurumluları bu dereye götürüp kurşunladıklarını, kimilerini sırt sırta bağlayıp kurşunla ya da süngüyle öldürdüklerini, bununla da yetinmeyip üzerlerine gaz dökerek yaktıklarını, dereden günlerce su yerine kanın aktığını tespit ettim onlarca eser ve anılar arasından. Yanık Dere, Erzurum için çok önemli yermiş meğerse; çünkü Yanık Dere’de üç bin masum insan katledilmiştir. Bu katliamın acısını bizler halen daha yaşarız. Şehir halkını, sizlere ücreti karşılığında yol inşasına  götüreceğiz, diyerek yüzlerce Erzurumluyu aldatıp sözünü ettiğimiz Derenin bulunduğu yere getirirler. Bu derenin Erzurum’a uzaklığı 2 kilometredir. Vatandaşı buraya getirip, acımadan hunharca katlediyorlar. Elleri ayakları bağlı kadın, erkek, yaşlı, çocuk kim varsa ya kurşunluyorlar ya da kılıçla, baltayla öldürüp dereye atıyorlar veya acımasızca üzerlerine gaz döküp yakıyorlar. Dere günlerce yanıyor. Derenin yanık kokusu bütün ovaya yayılıyor. Yananları, kömürleşmiş insanları görenlerden akıllarını kaybedenler, dilleri tutulanlar oluyor. İşte bu yüzden, romana Yanık Dere adını vermek en doğrusudur diye düşündüm. Bu olayı Kazım Paşa’nı hatıralarında da görüyoruz, Rus yazar Yarbay Tverdohlebov’un yayınlanan kitabında da…  Biz bu acı gerçeği çok geç anladık; ama iş işten geçmişti artık. Sonra bir şey daha öğrendim içimi sızlatan:

 

- Yani içinizi sızlatan çok şey var Yanık Dere romanında…

 

Elbette, hem Yanık Dere’de, hem de köyler dahil tüm şehirde.
 

Her şeyden önce, Rus Ordusu, Rusya’da 1917 Devrimi yaşandıktan sonra Kafkas Cephesinden ve Anadolu’dan çekildi. Yerlerini Ermeni çetelerine bıraktılar. Çeteler ne yazık ki bir yandan İngilizlerin himayesinde bir taraftan da Rusların himayesinde kuruldu, gelişti ve tehlikeli hale geldiler. Yıl 1917… Osmanlı yöneticileri arasında yüzlerce Ermeni vatandaşımız var. Bakan, Milletvekili, Genel Müdür, Tabip vs… Ama 1905’ten itibaren bu çeteler sistemli olarak tacizlerde, baskınlarda, isyanlarda bulunuyorlar. Akıl almaz kanlı olaylar yaşanıyor. Yalnız çok önemli bir ayrıntı vardır: Bu Ermeni çeteler asla Türk askeriyle, Türk ordusuyla çatışmıyor! Bunlar sivil halka, kadına, çocuğa, yaşlı insanlara tacizlerde bulunuyorlar. Zaten o günler bütün Türkiye’de 15 ile 40 yaş arası erkekler askerde! Hatta genç, gönüllü kadınlardan bile askere gidenler oldu. Bu çetelerin insanlık dışı tacizleri sonunda Tehcir dediğimiz ‘Zorunlu Yer Değiştirme’ uygulaması başlıyor. Romanda olaylar, Ermeni çetelerinin bir çiftliğe baskını ile başlıyor, tehcir ile devam ediyor. Sonunda da Kazım Paşa komutasında Türk Ordusunun tüm çetelere, Ermeni askerlerine yaptıklarının bedellerini ödetmesiyle sona eriyor.
 

Burada altını çizmek istediğim çok önemli bir ayrıntı daha var. Türkler Anadolu’da gerek Ermeni vatandaşlarla ve gerekse Rum ve diğer azınlık vatandaşlarımızla beraber, birlikte, aynı sokakta, aynı iş yerinde yaşıyorlar. Aralarında bir husumet yok. Komşuluk ilişkileri devam ediyor, birbirlerinin bayramlarını kutluyorlar. Herkes kendi dininde, kendi okulunda okuyor; ağız tatlılığıyla yaşıyorlar. Hatta romanda çok güzel bir örnek vardır. Erzurum’da yaşayan Ermeni  Pastırmacıyan ailesi çok önemli örnektir. Bu aile Erzurumludur. Ailenin Karakin ve Vahan isimli iki genç çocuklarından Karakin çok sıkı bir Ermeni çetecisidir, çok katliamlarda bulunmuştur; Vahan ise Türk Ordusunda görevli bir subaydır. Hatta Sarıkamış’ta ayağından yaralanmıştır. Böyle çok önemli örnekler de vardır romanda.

 

- Ağzınıza sağlık güzel bir söyleşi oldu. HÜRSES adına teşekkür ediyoruz.

 

Mehmet Dağıstanlı: Asıl ben size teşekkür ederim. Daha güçlü bir HÜRSES dileğiyle…

 

 

 

1.sayfa

1.sayfa