Bazen bir çocuğun üzerinde yaşına ait olmayan bir sorumluluk hissedersiniz; sanki kendi gelişim dönemine değil, ailesinin duygusal dengesine hizmet etmeye çalışıyordur. Henüz on yedi yaşındadır ama sanki yıllardır yetişkin gibi davranmaktadır. Annesinin dert ortağı olur, babasının öfkesini yatıştırır, kardeşlerine ebeveynlik eder. Çevresindekiler bu durumu “olgunluk” ya da “güçlü karakter” olarak yorumlar, hatta gururla anlatırlar. Psikolog Eren Boz,“Oysa bu olgunluk çoğu zaman bir seçim değil, mecburiyettir” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Çocuk, kendi yaşına ait deneyimleri yaşayamadan duygusal bir yükün altına girmiştir. Çünkü bazı ebeveynler, farkında olmadan kendi baş edemedikleri sorunları, çözülmemiş geçmişlerini ya da taşıyamadıkları duyguları çocuklarına devreder. Bu durumda ebeveynlik rolünün çocuğa geçmediğini görüyoruz, çocuk ailede görünmeyen bir yetişkin hâline gelir.
Evin içinde dengeyi sağlar, krizleri yatıştırır, duygusal boşlukları doldurur. Ancak bu süreçte kendi duygusal ihtiyaçlarını bastırmayı öğrenir. Bir yandan yetişkin kadar sorumlu tutulur, diğer yandan hata yaptığında ‘sen daha çocuksun’ denilerek küçümsenir. Bu çelişki, çocuğun kimlik gelişimini, özgüvenini ve ilişkilerdeki sınır algısını zedeler. Zamanla, kendi ihtiyaçlarını dile getirmekte zorlanan, herkesin duygusunu önceliği gören ama kendi duygularını görmezden gelen bir yetişkine dönüşebilir. Türkiye gibi aile bağlarının güçlü olduğu toplumlarda bu dinamik sıklıkla ‘fedakarlık’ ya da ‘aileye bağlılık’ adı altında normalleştirilir. ‘Annesine kol kanat geriyor, ne akıllı çocuk.’ deriz ama o çocuğun aslında yetişkinleşmek zorunda bırakıldığını fark etmeyiz.”
Duygusal yükleri nesiller boyunca aktarmak çoğu zaman sevgi kisvesi altında gerçekleşir; oysa bu farkında olunmadan yapılan bir sınır ihlali olduğunu söylüyor Eren Boz. Her kuşak kendi yükünü taşımadığında, o yük bir sonrakine geçer. Ve bu döngü, ancak biri “artık yeter” diyebildiğinde kırılabileceğini ifade ediyor.