Toplumların değişimi sadece teknolojiyle, siyasetle ya da ekonomik gelişmelerle açıklanamaz. Bu değişimin en derin göstergelerinden biri, bireylerin hissettiği ve gösterdiği duyguların evrimiyle de ölçülebilir. Özellikle "utanç" duygusu, kültürel dönüşümün aynası gibidir. Bir toplumda neyin "ayıp" sayıldığı, zamanla nasıl değiştiği; bireylerin, ailelerin ve nihayetinde toplumsal düzenin nasıl dönüştüğünü gözler önüne serer. Bir zamanlar utanç, toplumsal normları koruyan, bireyi frenleyen, aidiyeti güçlendiren bir duyguydu. Mahalle baskısı denilen şey, bazen boğucu olsa da ortak bir ahlaki çerçeveyi yaşatabilirdi. Bir davranışın "başkaları ne der" filtresinden geçmeden sergilenmesi düşünülemezdi. Bu filtre zamanla hem kırıldı hem de değişti.
Bugün utanç duygusu, yerini giderek görünür olma, beğenilme ve hatta "utangaç olmama" meziyetine bıraktı. Sosyal medyanın etkisiyle mahremiyet çizgisi silikleşti. Bir zamanlar utanılacak bir durum olarak kabul edilen davranışlar, artık cesaret ve özgürlük sembolü sayılabiliyor. Utanma, bazen zayıflık olarak görülüyor; çekinmeden konuşmak, her durumda "kendin olmak" bir meziyet gibi pazarlanıyor. Bu noktada bir soru ortaya çıkıyor: Utançtan arınmak bizi daha özgür mü yapar, yoksa değerlerimizi mi aşındırır? Her kültür, kendi iç tutarlılığı içinde utanç duygusuna anlam yükler. Japon kültüründe utanç, onurla yakından bağlantılıdır. Batı’da bireysellik ön planda olduğundan, suçluluk duygusu daha baskındır. Türkiye gibi kolektif yapının güçlü olduğu toplumlarda ise utanç, topluluk içinde kabul görmekle doğrudan ilişkilidir. Ancak artık bizde de bireyselleşmenin etkisiyle, utanç duygusu dönüşüyor. Ayıplar yer değiştiriyor, sessizlikle geçiştirilen meseleler açık açık konuşuluyor. Bu cesaret mi, yoksa değerlerin çözülüşü mü?
Belki de mesele, utanıp utanmamaktan çok, neye ve kime karşı sorumluluk duyduğumuzla alakalı. Çünkü utanç, sadece dışarıdan baskıların değil, vicdanın da sesidir. Ve bir toplumun sağlıklı bir dönüşüm geçirebilmesi için, bu sesin tamamını kaybetmemesi gerekir.